bildirgec.org

hayal hakkında tüm yazılar

Çizgiyi Aştığında Zaman

Colpadan | 11 November 2009 17:34

Geçmişi düşündükçe içim sızlar bazen
Ah o eski şarkılar, gençlik ve aşk
Özlemle baktığımda nostaljiden
Dindirmez hüznümü mercanköşk

KOYNUMDA HÜZÜN

kahvekokusu | 29 October 2009 12:04

Hasretinle sevişirim her gece
Her gece koynumda hüzün, senin yerine…
Özlemlerim dağ gibi büyürken içimde
Çoşkun bir ırmak olur sana akar yüreğim…

Dost sohbetleri yalan
Sığındığım şiirler yavan
Hiç kimseyi, hiç bir şeyi koyamam yerine…

Gecelere yüklesem efkarımı, taşıyamazlar
Ben kalırım bana, bir başıma…
Hayalinle dertleşirim her gece,
Her gece koynumda hüzün, senin yerine…

büyüyünce ne olmak istersin?

kahramancayirli | 15 October 2009 19:33

Yazı yazmamı hiçbir zaman desteklemeyen aileme

Kendimi hatırladığım küçük karelerden birinde beyaz, boş bir sayfaya gazetelerden kestiğim haberleri, fotoğrafları ataçlıyorum. Sonra onu vitrine koyup sessizce, garip bir büyü ile izliyorum, amcamın eşi yaptıklarımı görünce “bu çocuk basın-yayın okuyacak ileride” diyor.

O zamanlar her gazeteyi tek bir kişinin çıkardığını sanıyorum. Vay be diyorum, ne kadar zor olmalı. Onca sayfa, yorum, fotoğraf, analiz, matbaa işleri vs. tek bir insan nasıl kalkar bunca işin altından?

Sararan Hayaller

Don Cristobito | 20 September 2009 12:12

Hayatının son gününü İstanbul’un uzak bir köşesinde geçirecekti. Bireysel yalnızlığı tercih etmişti toplumsal yalnızlık yerine. Arabasına binmişti. Ölümüne son iki saat kaldığını bilmiyordu.

İhsan yetmiş yaşına dayadığı merdiveni çıkmaktan hoşlanmıyordu. Zaten hiçbir merdiveni sevmemişti ömrü boyunca. Ailesini de sevmemiş, sevememişti. Çocukları da annelerinin yolunda bir yabancı gibi davranmıştı ona. Mutluluğu yakınlarda da uzaklarda da aramıştı fakat bulunamayan bir şey olduğuna kanaat getirmişti. Yine buhran dolu bu günü, tek hobisi ve sığınağı olan civciv sarısı eski model arabasında, yani tek dostuyla geçirmeye karar vermişti.

Çıktı yola, öptü direksiyonunu ve dostuyla dertleşmeye başladı. Gidiyordu pervasızca. Mantığının değişmezlerini düşünürken ne tutarlılığın ne denkliğin ne de deyimleşen hayatının doğru yolunda gitmediğinin farkındaydı. Adeta kendinden geçiyordu araba kullanırken. Çok kısa zamanda gittiği yol, yavaş bir araba için saatler alabilirdi. İhsan gözünden süzülen yaşlara aldırmadan basıyordu gaza. Yaşların bir müddet sonra periyodiklikten kurtuluşunu ve ağzından içeri girişini, diliyle birleşen tuz tadını hissetmiyordu bile. Arabanın ibresinin fazla yükseldiğini fark ettiği an ile yolun ortasına yuvarlanmış kayayı fark ettiği an kesiştiğinde frene basmanın doğru olmayacağına karar vermişti. Sadece vites küçülterek direksiyonu diğer yola doğru kırdı. Artık seyir halinde olduğu yol bol çukurlu ve çakıllıydı. Hız keserek devam etse de yakınlaşmakta olduğu binaya çarpmasını engelleyemeyecekti. Git gide yaklaştı ve çarptı.

Kurgulanmış hikaye: “Benlik

onsekizsifirbir | 24 August 2009 17:49

Ilık esen rüzgarla birlikte, gözyaşlarını gönderdi, baktı ufka dolu dolu, görmek ister gibi uçup giden benliğini.Uzun kavakta sallanan son yaprağa bakıyordu kendine ne çok benziyordu, kopmaktan ve yere düşmekten başka çaresi yok. Düşecekti, rüzgarı bekleyecekti, savuracaktı bilinmezliğe, gözlerini kapatacaktı ve gidecekti. Akşam kızıllığında yok olan tüm renkleri gözünün önünden geçirdiğinde kendisini de gördü, yok olmuştu. Tüm arkadaş sohbetlerinde bahsederdi yok olmaktan, birgün çekip gitmekten, belki isteyerek belki istemeyerek. Ama gidecekti.Yorgunluk ne demek şimdi tüm vücudu biliyordu.
Kızgınlık değil, kırgınlık değil, bilinmeyen bir kelime gibiydi şimdi. Yıllar sonra bir bilge gelecek onun çürümüş vücuduna bakacak ve o kelimeyi açığa çıkaracaktı.Şimdiden teşekkürlerini sundu o bilgeye.Fantastik bir rüya gibi yaşamıştı bugüne kadar. Birilerine tecrübelerini anlatırken ağzından kaçıveren cümlelerdi bunlar, şimdi hangi tecrübeyi yaşıyordu? İleride anlatacak-ki ilerisi olur muydu meçhul- yeni duygulardı bunlar.Geçmiş zaman vaki olduğunda ben bunları yaşamıştım, bir ağacın dalındaki son yaprağa bakıp “işte ben buyum” demiştim, yalnızlıktan gözümden nasılda yaşlar süzülmüştü, gerçekleri görmek hayalle yaşamaktan daha acı verici imiş diyecekti. İşte ben buydum daldaki son yaprak misali beklerdim yitip gitmeyi. Son cümlelerini tüketmek ister gibi dünyada ki tüm kelimeleri biraraya getirip haykırdı biten güne. Gitar telleri her titrediğinde yeni bir melodi yaratırdı ya hani,işte her yarım kalış bir başlangıçtı onun için artık.
Şöyle bir bakılsaydı geçmişe ne görülürdü? Kaçışlar, intiharlar, psikozlar, nöbetler, yarım kalmış duygular ve virgülle ayrılamayacak kadar insanlık hali…

Elbette bunlar olacaktı, bazen insan olduğunu unutur ya insan ona benziyordu bu hali.
Peki ya kelebekler, onlar hiç ağlar mıydı geçmişlerine, “şimdi kozamdan çıktım, sadece yedi günüm var” deyip hüzünlenirler miydi yaşayamadıklarına, peki ya kelebekler günlük tutar mıydı hiç? Büyülere inanır mıydı karıncalar? Bütün hayatları boyunca çalıştıkları için isyan ederler miydi? Tüketmek bu muydu hayatı?
Kuşlar bile dansederlerdi gün batımında onun doğduğu yerde, çiçekler bile boyunlarını bükmezdi gün batarken. Ah gün batımı sen nelere kadirsin. Her rüzgar estiğinde söylenirdi “geldiğin yerden haber getir bana, orada mutluluk var mı söyle, orada insanlar gün batımında ölürler mi?”Belki rüzgarların dili olsa neler anlatırdı ona, diğer insanlarında acı çektiğini, uzun bir kavak ağacına bakıp iç geçirdiklerini, ama yine de insan olduklarını.Orada da kelebeklerin olduğunu, ama kelebeklerin hiçbir zaman günlük tutmadığını, bir hafta sonra ölecekleri için hiçbir zaman hayıflanmadıklarını…
Ve rüzgar geri döndüğünde onun halini de anlatırdı gittiği yere, derdi” orada biri var o da sizin gibi bana bulunduğunuz yerde mutluluk var mı diye sorar her gittiğimde ama dilim yok söyleyemem mutluluk heryerde…Onunda sizin gibi gözyaşları var her geldiğimde bana yükler o yüzden yağmurla dönerim gittiğim yere. Hep hayal eder ağaçta ki son yaprağın yerinde olsaydım ne yapardım diye. Ama kelimeleri hep boğuktur,geceye anlatır sereserpe hepsini, o yüzden gece soğuktur, güneş doğar ona döner yüzünü der “neredeydin tüm gece?” öyle hayıflanır ki söylediklerine güneş, kızgınlıktan bir alev topuna dönüşür, öylesine ateşlenir ki , kavak ağacına yönelir bir bakışıyla yerle bir eder ağacı.Artık bakıpta hayıflanacağı bir ağacı yoktur, dalda ki son yaprakta düşmeden kül olmuştur. Demek sonlar hep beklenildiği gibi olmuyormuş, o yaprak rüzgarla birlikte ölmeyi beklerken bir alev topu kül etmiştir tüm bedenini…
Dilde kalan tüm sözcükleri yutup içinde kelimelerden koca bir nehir oluşturmuştu.Bazen taşardı kayıp sözcükler nehri, kaybolmuş, söylenmemiş tüm sözcükler dünyaya yayılır, kelimelerini tüketmiş biri onu yakalayıncaya kadar uçar dururdu gökyüzünde . O yüzden ne zaman kelimelerini kaybetse uzun uzun bakardı gökyüzüne , kendi nehrinden taşmış bir kelimeyi yakalayabilmek umuduyla.

Gözleri öyle bakardi ki gökyüzüne orada tüm kaybolmuş hayaller, kaybolmuş tüm gerçekleri görürdü. Hiç olmadık zamanlarda olmadık hayalleri yakalardı, o hayalleri gönderebilmek adına ovuştururdu gözlerini çabucak silinsinler diye.
Bazen bir başkasının hayalinde bulurdu kendini, öyle gerçek olurlardı ki , onların acılarına dayanamaz hale geldiğinde kaybederdi benliğini. Gönderirdi vücudundan ve benliğini kaybettiği için acı bile duyamazdı. Böyle zamanlarda gözlerinde başkası var derlerdi ona, susar ve gülerdi. Hayalde ki acı ve gözyaşı bitene kadar bekler, tekrar benliğini aramaya koyulurdu, bu sefer gerçek acılar kavururdu kalbini. Unuturdu; neye gülerdi gerçek benliği, neye sevinirdi hatırlamaz, yeni bir “ben” oluştururdu her defasında. O yüzden kaçınırdı uzun uzun gökyüzüne bakmaktan, başkasının hayalinde kaybolmamak için.Benliğini geri alabilmek adına türlü oyunlar oynar her defasında kaybederdi, ama yorulmazdı, çünkü bu dünyada hiçbirşey onun olmasa bile birşeyin sahibiydi” benliğinin”… Sahip olduğu birşeyi geri alabilmek adına nasıl çırpınırsa diğer insanlar, o da bunun için çırpınır dururdu. Bulurdu benliğini baştan yazardı herşeyi, ta ki gökyüzünden gözüne bir başkasının hayali düşene kadar…
Bazen kuşların hayali düşerdi gözlerine, kuşların hayali gökyüzüne sahip olmaktı, şikayetçilerdi uçaklardan, uçurtmalardan, gökyüzü onların olmalıydı. Karşılaştığı hayaller arasında kuş gibi olmak isteyen bir insan hayali geldi aklına gülümsedi.Dünyada herşey çakıştığı gibi hayallerde çakışabiliyordu.
Bazen sorardı kendine , hayaller bu dünyaya mı aitti?Çünkü bu kadar sert bir dünya bu kadar hayali içinde barındıramazdı.Tüm hayaller çocuklardan doğar,tüm hayallerin çocuklardan doğmasının bir başka sebebi de; dikkat ederseniz en çok onlar gökyüzüne bakarlar, ebeveynlerine bakabilmek için bile başlarını yukarı kaldırmak zorundalardır,uçurtmalarını kontrol edebilmek adına sürekli gökyüzüne bakarlar…Birde onların gözlerine düşen hayalleri düşünün…

Hayalleri gerçekleştirmek üzerine…

aydinkalayci | 24 August 2009 16:03

Mevlana der ki; “Hayaller hakikate açılan kapıdır.”

Hayaller olmadan projeler, projeler olmadan da hayatımıza güzellikler katacak çalışmalar, ilmi araştırmalar vb. sözkonusu olamaz.
İnsan olmanın gereği, “insan düşünen bir varlıktır” tanımlamasının oluşabilmesinin başlangıcı insanın aklını kullanmasıyla başlar.

Türkçemizdeki deyimiyle hayal meyal denir ya… Önce belli belirsiz olan olgunlaşmamış düşünceler zihinde belirmeye başlar. Sonrasında bu sisli bulutlar içindeki gibi olan düşünceler kağıt kalem üzerinde projelerle belirmeye başlar. Sonrasında ise harekete geçildiğinde gerçekleşebilme durumuna ulaşır.

Deniz Kızı

lagos | 20 August 2009 15:13

varolmasını en çok istediğim canlı, kuşkusuz ki deniz kızı..

deniz ve sevdicek, iki aşkımı da bünyesinde barındıran insanüstü bir varlık. olsaydı hayatımın tek odak noktası olurdu, yaşamım ona endekslenince değer kazanırdı belki. şimdiyse sadece hayallerimin odak noktası..

saçları denizin çırpınışlarına adını verdi, dalga denildi. suyun içindeki her hareketi saçlarını öyle bir ahenkle savurdu ki denizin karşı koyması imkansızdı. o uyuduğunda deniz çarşaf gibi olurdu, durgun ve sessiz..

Zamansız

limoncello | 05 August 2009 12:45

Diyecek birşeyi kalmamıştı. Söyleyecek söz bulamıyordu. Boğazında birşeyler düğüm olmuştu. Çok sevdiği zeytinyağlı barbunyadan bir çatal almış devamını getirememişti.
Kendi yapmıştı.
Hep kendi yaptığı yemekleri yerdi.
Güzel de yapardı açıkçası, seviyordu yemek yapmayı. Sevdiği şeyleri yaparsa insan hem daha mutlu olurdu hem daha başarılı, buna inandırmıştı kendini.
Ama sevdiği şeye sevdiği şeyleri söyleyememişti.
Zeytinyağlı barbunyayı masadan alıp buzdolabına geri koydu. Tabağı, çatalı da mutfak lavabosuna bıraktı. Masadaki ekmek kırıntılarını bir eliyle sıyırarak diğer avucunda topladı ve pencerden dışarı fırlattı.
Martıların haykırışlarını duydu. Üç-beş martının anında ekmek kırıntılarına hücum edişlerini seyretti.
Sonra masadaki yarımdan biraz daha büyük ekmeği alarak dört beş parçaya ayırdı ve onları da martılara attı.
Sahile çıkıp yürümeye başladı.
Çok uzun zaman yürüdüğü halde bir yere varamadığını farketti.

Severek

furkan iren | 31 July 2009 19:18

hayat bir yalan olsun
sense bir düş
anlamsız olsun her güzel şey
koşmak istedikçe ayağımıza çelme takmasa birileri
seni görsem
beklemediğim bir anda
yağmur yağsa o an
rüzgar esse ılgıt ılgıt saçların savrulsa
ellerimiz tutuşsa utangaç gözlerimizde
saklı hislerimizi paylaşsak ürkmeden, kaybetmekten
gecenin karanlığında kaçsak bu şehirden
hiç kimsenin bilmediği
bilinmeyen bir yerde (senle, ben) olsak
hayal değil gerçek olsa
keşke tüm bunlar

severek, (birbirimizi delicesine)(öylesine tutkulu)
yaşasak, (omuz omuza ne varsa)(ama hep beraber)
ve
severek, (birbirimizi delicesine)(öylesine tutkulu)
ölsek, (omuz omuza)(…)