bildirgec.org

çocukluk hakkında tüm yazılar

Polonezköy

pillibebekkuyuda | 28 October 2007 21:45

Çocukluğum, baykuşların ağaç kavuğundaki düzenlerini insafsızca bozmaktan keyif aldığım Polonezköy de geçti. Herşey, kafalarının yarısını kaplayan gözlerini, sonuna kadar açıp bana bakan şaşkın ifadelerini, görmek içindi..Hala gözlerini gereğinden fazla açarak konuşan insanları gördüğümde, baykuşları hatırlarım.

Polonezköy ün derinliklerine indiğinizde her yeri ağaçlarla kaplı sihirli bir masal ülkesinde hissedersiniz kendinizi..Eğer, sonbahara rastlarsanız ve bir gecenizi bu ağaçların altında geçirirseniz ertesi sabah, kahverengi yapraklardan oluşan kalın bir yorgan bulursunuz üzerinizde.. .

TEMİZLİK

linet | 09 October 2007 15:38

Ayırt etmeden herşeyi yıkasam- yıksam..
Kirlileri ayırır gibi, bu renkli bu beyaz diyip yaşadıklarımı da ayırsam, sonra ön yıkamalı bir programda 60 derecede (p)aklasam hepsini..
Kezzap dökünce tuvalet taşına nasıl çıkar cızzzzzzztt diye bir ses, tüm mikroplar yok olur, ama gözün de yanar biraz, hele o koku hiç güzel değildir..Artık kezzaplarla yıkanmıyor tuvaletler, ace’li domestoslu oldu temizliklerde.Şimdi yaşananlarda kezzap kadar yakıcı değil, temizlik malzemeleri değiştikçe duygularda değişti, daha hijyen ve hırpalanmıyor artık ruhumuz..Tuz ruhu diyorlar dı adına BİR zamanlar, ruhsuz insanlar olunca temizlik bile ruhsuz şimdi.. Yaaa arapsabunu nerde kaldı, yerleri kayganlaştıran o miss gibi temizlik kokusu yerini, lavantalara, okyanus kokularına(sanki bilirmişiz gibi okyanus kokusunu, kaçınız gördü okyanus- ben görmedim) bıraktı yerini…Meyva kokulu sıvı sabunlar var artık, eskiden Hacı Şakir sabunları vardı, kocaman çocuk ellerime sığmazdı saçlarımı köpürtürken mutlaka düşüverirdİ:) Oysa şimdi binbir çeşitli SPA duş jelleri var, saçlarımızı yıkayınca yıldız gibi parlayıvereceğimiz kandırmaca şampuanlar var.. Parlatabilirler mi acaba içimizi, yaşanan İÇ sıkıntılarımızı, yada çocuk gülüşümüzü verebilir mi o bilmemne tarafından onaylanmış diş macunları..

kadınlıklar ve erkeklikler

delidrama | 08 October 2007 12:49

Hep söylenir “Ben sana cinsel bakmıyorum, duygusal seviyorum” bu da nasıl bir önermeyse Hem cümle kurulumu, hem mantıksal hem de biyolojik olarak ne hatalı bir yaklaşımdır böyle.Ya da “Bu ilişkinin temelinde cinsellik var bir daha görüşmeyelim” Gibi yaklaşımlar tamamıyla civcivlerin yeme şartlanması gibi alışkanlık yapmış bir durum halini almış. Genellikle bu şikayetleri dişi camiasından duyarız. Erkek hep “cinsel gözle” bakan., kadın da buna mağruz kalıp kendini korumak zorundahisseden -hissettirilen- zavallı bir nesneye dönüşmüş. Her ikiside son derece aşağılayıcı bir zavallılık içerinde. Erkek kendine hakim olamayışıyla düştüğüacınası hali yüzünden Kadınsa erkeğin kaba kuvveti altında ezilen bedeni ve gururuyla. Yani şimdi hepimiz birer zavallı gibi dolaşıyoruz bizbize caddelerde. Sevgi ve cinsellik birbirinden ayrılamaz bir bütün aslında. İkisi de aynı şey Yani sadece “cinsel bakmak” ya da “duygusal sevmek” diye bir şey varsa “beni iyice bir yıkayın ama sakın ıslatmayın” diye de birşey vardır.Cinselliğe hep korkarak ya da iğrenerek baktık -baktırıldık-. Yalnış öğrendik biz bu cinselliği, sorunlar hep buradan başlıyor galiba.Cinsellik en başta kadın erkek farklılığı anlamına geliyor. Cins olarak kadın ve erkek arasında fark var demektir bu. Bu bu farklılıktan doğan bir sonuç olarakta karşı cinse ilgi duyarız Bir erkek, erkek olduğu için kadına yönelir. Aynen kadının erkeğe yöneldiği gibi. Eğer “cinsel” farklılığımız olmasaydı karşı cinse ilgi duymazdık, aşık olmazdık ki. Yani aşık olmamız tamamıyla cinsel bir durumdur. Aşık olduğumuz zaman cinsel bir süreç başlıyor. Onun için “her ilişkinin temelinde cinsellik vardır” değil “her ilişkinin kendisi cinsel bir olgudur” söylemi daha doğru sanki? Yani sen ne kadar “duygusal” seversen sev, ortaya cinsel bir durum çıkmasına sebep olursun. Erkeği kadına, kadını erkeğe bağlayan şey budur. Küçükken annem, televizyonda küçükte olsa bir kadın ayrıntısı, bir öpüşme sahnesi çıktığı zaman “pisliklere” diyerek kanalı değiştirirdi. Bende, eğer kanal değişmeseydi çok korkunç şeyler göreceğimi sanırdım. Neredeyse lise yıllarına kadar devam etti bu durum. Neyseki sosyal bir birey olmaya başlayınca kurtuldum bundan. Özellikle kız çocuklarına, cinsellik ve erkek, korkunç bir olgu olarak gösterilir. Bu, kuşaktan kuşağa aktarılır sonra birbirlerine ırz düşmanı gözüyle bakan, insan grupları çıkar ortaya. Gelişim psikolojisi eğitimi almış biri olarak derimki; Belli bir yaştan sonra ve ölçülü olmak kaydıyla kız ya da erkek çocukların kadın erkek farklılığını ayırt etmesi gerekir. Kadın ile erkek arasında geçebilecek farklı insan ilişkisini kavraması gerekir. Bunun sıkıntısını çekmiş bir nesil olarak bizler, gelecek kuşaklara daha iyi bir yaşama alanı sağlayabiliriz. Belki bizim çocuklarımız çözümsüzlük yumağına dönmüş ilişkiler yaşamak zorunda kalmazlar…

BABAANNEM

linet | 05 October 2007 11:29

BABAANNEM

Acıkacaksın diye sıçmaya korkuyorsun derdi babaannem, çok cimriydi amcam. Babaannem de özlü söz ansiklopedisi sanki, her ortama her konuya uygun bir söz söylerdi. Adam bildim eşşeği altına serdim döşeği demişti bir keresinde, komşusuna çok kızıp, hiçbir söylediğini kaçırmamak için dikkatle dinlerdim onu. Babama kızmıştı birgün aksayanla aksak, suya gidenle susaksın demişti. Başkaları ne yaparsa onu yaparsın manasında. Akşam ahıra, sabah çayıra gider diye dedikodu yapardı gelinleri için, yiyip içip yatar başka birşeye yaramaz demekmiş:) Ooo derdi biz böyle mi olacaktık deden akşam kavurup sabah savurmasaydı..

YARIM ASIRLIK ÖMÜR

akoni | 02 October 2007 09:51

Geçtiğimiz aylarda 50. yaş günümü kutladım. Yarım asır. Dile kolay. Çocukluğumu hatırladım, elli yaşına gelmiş insanları düşündüm… Çocukken onlar çok büyük, yaşlı gelirlerdi gözüme. Yıllar ilerleyipte o yaşlara gelince ruhun genç kaldığını ama aslında bedenin yaşlandığını farkettim. Çocukluğumdaki 50 yaş kavramı değişmişti. Ben kendimi genç hissetmekteydim. Çok sular geçmişti köprünün altından. Geçirdiğim her yıl beni büyüttü, geliştirdi, değiştirdi.
Değişen her şey yaşamıma özgürlüğü getirdi. Tarifi kolay, anlamı derin.. Meğer hayat nasılda başkaymış özgür olunca.. Ama ne gariptir ki bazen o yüklerin tekrar gelip omuzlarıma oturduğunu farkediyordum. Her seferinde özgürlüğüm güçleniyor ve içimi her seferinde tarifi mümkün olmayan güzel bir duygu sarıyordu.
Kimi zaman kendimi ifade edebilmenin özgürlüğü , kimi zaman hayır diyebilmenin özgürlüğü, kimi zaman sevmenin, kimi zaman bağımsız olabilmenin özgürlüğü , kimi zamanda var olmanın özgürlüğü yaşamımı zenginleştiriyor.
Bazen tutsaklığımı farkediyorum. Yaşam deneyimlerim beni kendime tutsak ediyor.
Yaşamı paylaştığımız herkesle öylesine sıkı bir ilişki içerisindeyiz ki. Yaşamı paylaşırken bu kalıplarımızı çevremizdekilere yansıtıyoruz. Özgürleşmek adına bazen tutsaklığı kabulleniyoruz Bazen de tutsak ediyoruz etrafımızdakileri.. Ancak yaşama tanık olabildiğimizde bununda farkına varabiliyoruz.
Peki tek başına özgürlük ne ifade ediyor ? Ben tek başıma özgür olmuşum ne fayda.. Sen, o, diğerleri özgür değilse, içimdeki coşkunun ne anlamı varki ? Biz olabilmenin yolu hepimizin özgürlüğünden geçiyor. Birimizin özgürlüğü diğerimizin tutsaklığına neden olabiliyorsa o özgürlüğün ne anlamı var.. Çünkü hepimiz biriz ve aslında hepimiz birbirimizin içinde birbirimize hizmet etmekteyiz. Bu duruma tanık olunca. Her özgürlüğün içinde tutsaklık, her tutsaklığın içinde de özgürlük vardır. Tutsaklık özgürlüğe giden yoldur aslında.

KELEK HAYATIM

| 25 September 2007 13:47

rahibini arayan bir haç gibi geçtim sokaklardan müslüman mahallesinde.
bir ipekböceği yürüyor damarlarımda şimdi.
damarlarım atmıyor sen yokken bu kasabada,
labada toplayan haminnem elimden tutarken…

yalan, doğruların ıssız kalbi değil mi?
yalan, doğrunun üvey evladı değil miydi, yuvaları kerpiçten yapılmış çocukları esir/geyen yuvalarda?…

altına aldığın kezzaplı bir azaptı hislerim, yara bere ve tere içinde sereserpe uzanmaya çalışırken pirinç bakraçlara…
jules verne bir gecede john steinbeck sabahını yere düşürdüm kafka eskilerini afaki bir balmumuna kiralarken
yok pahasına…

Ben çocukken..

Dejavuu88 | 14 September 2007 15:22

Her şey o eylül sabahı başlamıştı
Bundan on sene önce ılık bir eylül sabahı..
Sadece ben değildim ne yapacağını bilmemenin verdiği heyecanla dizleri titreyen.
Benim gibi birsürü mavi üniformalı kafa vardı Medeni Berk İlköğretim Okulu’nun sevimli bahçesinde.
Herkes aynı soruyu soruyordu “ben niye buradayım yav,yatıyordum evde sıcacık yatakta”
Sanki mülteci kampına teslim edilecekmişiz gibi bizi sıra sıra dizene kadar öğretmenler,her şey yolunda gidiyordu.Ama ne zamanki benimle aynı kaderi taşıyan çocuk kabilesiyle savrularak okul kapısından “hurraaaaaa” nidalarıyla içeri sokulduk,o zaman anladım anne kanatlarından kısım kısım ayrılmaya başladığımızı..
Müthiş bir gürültüyle geçiyordu sınıfın ilk günü.Herkes konuşuyordu,saçma saçma oyunlar oynuyordu,daha öğretmen girmemişti sınıfa.Çok kalabalıktık,50 kişi vardık.Korku dolu kocaman gözlerle bir sincap gibi oradan oraya koşarak bu kalabalığı benimsemeye çalıştım,ama yemedi.
Birden ses kesildi,içeri uzun,yeşil gözlü güzel bir kadın girdi,daha tanıtmadan kendini böyle sustuğumuzdan ötürü anladık ki bu bayan bizim öğretmenimiz (vay anasını otorite).Hoşgeldin Zafer Gün Zafer öğretmenim.Tabii o zamanlar hoca yoktu..
İlk günlerde parlak kaplı defterimize çizgiler,şekiller çizdiriyorlardı.Lise zamanlarında “bu köklü sayılar,fizik kanunları ne işime yarayacak iş hayatında, hay ben …..” gibi söylemlere yerini bırakacak ilk hayıflanmalar ilkokulda “ne oldu çizdik bu çizgileri,boyum mu uzadı” şeklindeydi.
İlkokul 2. sınıfa geçtiğim zaman hayatı yavaş yavaş anlamam gerektiğini (işime yarayacağını kestirdim sonunda) ve oyun oynamaktan daha mühim meseleler olduğunu keşfettim.Öğretmeni hala umursamıyordum,gelip gelip yanağımı sıkıyor “bu yanakları yerim yerim” diyordu,büyüğüm sonuçta “elleşme kadın” diyemiyordum.
Neyse
Kopyanın o muhteşem lezzetini tattığım zamanlar,matematikle tanışma dönemime tekabül ediyor.Gözlerim Hubble teleskobu gibiydi mübarek,müthiş bir kıvraklıkla her kağıdı görüyordum(Şu yaşıma kadar da hiç yakalanmadım).
Aaaaaaah o kerrat cetveli,o tablo yüzünden doktorluk olan çok kişi gördüm.Neyseki onu da atlattık.Tabii matematik beraberinde kareli defterle,pergelle,gönyeyle tanıştırdı bizi,cellatları gibiydiler..
Hıı kopya demişken,sözlü yapıyorsa eğer renkten renge girerdim.Dersin başında konu anlatırdı sonrada kafasına göre birilerini seçip sorular sorardı.Dikkatini çekmeyeyim diye elimle gözlerimi kapatıp başımı aşağı doğru eğerdim,sanırım böyle “beni seç” demek oluyormuş ki bir işe yaramazdı

suç “KANDIRAN”da… peki o kim?

donakisot | 04 September 2007 12:45

Kolumu kıpırdatacak halim yok. Bunca zaman kıpırdattıklarıma saymış gibi, öylesine yürüyorum sokakta. Ama sanki “içim” dışımda, tepemde, evet, kesinlikle nasıl göründüğümü, nasıl yürüdüğümü görecek kadar yüksekten arkamdan süzülüyor. Nasıl gördüğümü ise bilmeden, bilmesine gerek olacak bir görüşüm de yokken üstelik…

Ne güzel ki, kof ve şeffaf maddem ile yine şeffaf ve nü ruhumun seyahatini kimse fark etmiyor. Yoksa “ne acı” mı? … Bedenimi ruhumdan ayırmak suretiyle yanımı sadece ruhum ile doldurmam, yalınlığımı gidermenin artık içsel bir boyuta terfi ettiğini (?) hastalıklı bir şekilde yüzüme vuruyor. Benim yapabileceğim ise, öbür yanağımı da ona doğru çevirmek… Emir komutaya amade, esarete saygıyla…