Herşeyden bıktığım ve dibe vurduğum an işte… İnsanlardan nefret etme sınırına oldukça yaklaştım, neye inanmam gerektiğini neyin doğru olduğunu, ne için mücadele edeceğimi, ve ne olmak istediğimi.. hiçbirşeyi bilmiyorum. mücadele etmek istemiyorum ne ilginç, öyle bir salmışım ki şu sıralar kendimi öyle bir boşvermişim ki herşeye, öyle üşeniyorum ki hayatı ucundan yakalamaya, mutfaktan su almaya bile üşenip saatlerce su içmediğim oluyor:) sanırım bu olaya depresyon deniyor.. Neler oluyor böyle bana, oysaki zamanında insanların takdir ettiği o başarılı öğrenci ben değil miydim, aferinleri toplayan evlat değil miydim? geriye dönüp baktığımda, 5-6 yıl geriye, ne kadar da yanlış seçimler yapmışım, yanlış kararlar almışım hayatımda, ne acı, o anki doğrularımdı elbet hepsi, ama şimdiki durumumu tetikledi belkide herbiri…Keşke demek istemiyorum, keşke demeyin derler ya, ama keşke diyeceğim o kadar çok şey var ki nasıl demem ! Bir zaman makinası olsa geriye gidip kulaklarımı kendi ellerimle çekmek istiyorum :)) Ak sakallı bir dede çıksın istiyorum karşıma ve bana ne olduğumu, gerçekte ne istediğimi söylesin ve yol göstersin…Kendimi anlatmak bile o kadar zor geliyor ki bazen hayatıma birşekilde giren insanlara, konuşmadan beni anlasınlar istiyorum, sürekli eksik birşeyler var hayatımda ve ne yazık ki ne olduğunu bile bulamıyorum…
bıkkınlık hakkında tüm yazılar
İlgi duymuyorum.
uuuucar | 21 December 2007 14:07
İlgi duymuyorum.Hiçbir şeye ilgi duymuyorum.Nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yok.Diğerleri yaşamdan tat alıyorlar hiç olmazsa.Benim anlamadığım birşeyi anlamışlardı sanki.Bende bir eksiklik vardı belki de.Mümkündür.Sık sık aşağılık duygusuna kapılıyorum.Onlardan uzak olmak istiyorum.Gidecek yerim yok ama.İntihar?Tanrım,çaba gerektiriyor.Beş yıl uyumak istiyorum ama izin vermezlerki.
Aşkın yorgunluğu
darjeeling | 18 December 2007 10:57
Yorgun olur insan bazen. Tükenmişlikle sonlanacağını bildiği o yolda hırsla yürürken yorulduğunu anlar. Halbuki sonunun kötü olduğunu bile bile yapar bunu. Yolun sonu hiç te hayırlı değildir. Bir parıltı bile yoktur ki ona umut versin. Ama öldürmeyen şey güçlendirirmiş ya, heralde bu yüzden daha bir bağlanır, tutunur hedefine. Elimde tutayım derken avuçlarından kayıp gidiveren aşkını görünce anlar insan sona yaklaştığını. Gözyaşları nafile. Verilen tüm emekler nafile. Fedakarlıklar nafile. Duyulan acı sözler kulakların kiri olmuş artık. Ve bilinir ki, aşk, karşı tarafa çok ta değer vermediğin zaman güzel. Kendini yiyip bitirip tüketmedikçe, ona aslında ne(?..)olduğunu ima ettiğin sürece güzel…
ataletlerin, motivasyon bırakmıyorsa
astral | 27 May 2007 19:43
http://www.kisiselbasari.com/
Oyun Oyun İçinde
khun | 25 May 2007 20:21
Oyunları vardı ben’in, oyun içinde ve ben’lerin. Ben, oyunlar oynardı ben’e ve ben’lere. Herkes oyunlar oynardı kendine ve herkese.
Oyun oyundu sadece, ama hayattı aslında, yaşamaktı.Ben bunu bilirdi, herşey ben içindi, yaşamak da.
Yaşamak bir oyundu, iç içe geçmiş oyunlardı. Ben bunu bilirdi, yaşamakdı asıl olan. Herşey bir oyundu ve hepsi yaşamak. Ve hepsi ben içindi.
Ben varolmak demekti, anlamak, bilmek, acıkmayı, doymayı, doyamamayı, öfkeyi, kıskançlığı, sevgiyi ve plan yapabilmek herşeye dair, oyunlar oynayabilmek.
Ben bilirdi, hayatın kuralları vardı, şartları ve sınırları, hepsi kendisi içindi. Oyunlardı hayat, oyun içinde.
Oyun hesaptı sadece, yalan değildi, yanlış da. Kötü ya da iyi ya da çirkin veya güzel. Sadece oyun, sadece hesap, ben bilirdi hesabını. Çünkü oynamayı bilirdi, herşeyi anlamlı yapan kendisiydi, herşey ben içindi. Gerisi önemli değildi.
Herşeyin bir açıklaması vardı, zaten olmasa ne olurdu ki? Önemli olan hesaba uymasıydı ve herşey hesaba uydurulabilirdi. Bu bir oyundu.
Bazıları düşer, bazıları ayakta kalırdı, hayat böyleydi.
Sınırları vardı hayatın ve kuralları. Ben bilirdi.
Ben’ler vardı ben içinde ve ben’e oyunları, bu, yaşamaktı sadece, hayat böyleydi, ben bilirdi.
Oyunlar önemliydi, hesap önemliydi. Hesap yaşamaktı. Ben hesabını bilirdi. Gerisi önemli değildi. Bunu bütün ben’ler bilirdi, iç içe veya yan yana. Bütün ben’lerin oyunları vardı. Çünkü hayat buydu.
Sadece ben ve ben’lerin hesabı önemliydi, çünkü herşeyi var eden ben’di ve anlamlı. Ben olmasa hayat da olmazdı, kurallar, sınırlar ve oyunlar da.
Ben en önemli olduğunu iyi bilirdi nasıl bilmesindi ki?
Bütün oyunlar sadece oyundu yaşama dair ve isimleri önemli değildi ya da sıfatları ya da ayrıntılar. Önemli olan sonuçlardı. Sonuçlar içindi bütün oyunlar, hesaba uygun olmalıydı bütün sonuçlar. Şimdi doğru olan biraz sonra yanlış olabilirdi. Hayat değişkendi.
Ben bunu bilirdi bütün ben’ler bilirdi.
Hayat böyleydi.
bilmiyorum
tga | 29 December 2002 16:12
kimi zamanlar, yazayım mı yoksa okuyayım mı bilemiyorum. birini tercih ediyorum ama sonunda… boş kalmıyorum. insan, insan işte, garip gibi. “insan, düşünebilen hayvandır”, bu, onu daha kötü hatta en kötü yapan ilk şey sanırım. kötü, her anlamda kötü…
filmlerde “iyi” adamın kız arkadaşını kaçırmakla kalmayıp, zavallı kızcağıza birde tecavüze yeltenen, ama nedense hep kızın gömleğinin düğmelerini koparttıktan sonra, bıçak yada kama gibi keskin bir şeyle sutyeni kesip kızın memelerini gördükten sonra dayak yiyen adamlardan bahsetmiyorum. bilakis, “iyi” adamın, muhtemelen sarışın, iyi bir işi ve iri bir kıçı olan, kaçırılma sahnesine doğru muhakkak mini etek giyen, “oh hayır!”, “jaaaaack!”, “seni aşağılık herif!” dışında cümle kurmayan, başkada bir bok yemeyen kız arkadaşını kurtarmaya giderken işlediği suçlardan bahsediyorum, cinayetlerden bahsediyorum, akan kanı soruyorum, bilmiyorum.
fakirliklerden doğan zenginlikleri ile götleri kalkanlardan bahsediyorum, öyle ki, hep gülecekleri bir şeyleri olanlardan, cennetten kooperatif arsası alıp köşe olanlardan, yaz tatillerini geride bıraktıktan sonra çarkıfelek’e gömülen, resmi ve dini bayramlar, yılbaşları gibi “özel” günlerde ne yapacaklarını şaşıran, star, vatan vs. bile okumayan, kahvesini (-ki daha çok coffee) sadece saatin ibresi yönünde karıştırıp sadece 45oc’da içen, ıstakoz yediğinde, lahana yiyen ile aynı şeyi çıkartacağından haberi olmayan, tüm bunların ve bu tür birkaç şeyin daha sonunda, büyük evleri, 5 arabaları olan büyük kiliselere giden cypriss hill üyelerinin dillerine “amaama superstar, big house, five cars, big church” diye şarkı sözü olan, hep sıçan… evet sıçanlardan bahsediyorum, hem, ne fark eder ki? hepsi bizim için yaşıyormuş canlıların, doğanın tamamı bizim içinmiş, bizim için olanın anasını böyle ağlatmamız neden, bilmiyorum.
yazmak konusunda ayırtına vardığım ilk şey, sinir harbi geçirten, duygusal, kadınlara dair yada yaşama dair bir şeyler yazacağım zaman 0.5 kurşun kalem, teknik, bilim, güncel, araştırma gibi konularda yazacağım zaman ise klavye ile daha verimli olduğumdur. bu bana, insancıllığın “en özgür” olması gerektiğine dair bir işaret gibi görünüyor. yani, kalem özgürdür demeye çalışıyorum, gerçekten, istediğin her neyse onu çizer kağıda. tek iş, beyin ile elin koordinasyonunun sağlamaya kalır, sana. bilgisayar başına geçtiğinde ise önündeki düğmelere basmaktır tek çıkar yol. birkaç milyon yazı tipinin içinde sıkışıp kalmışsındır. buradan, bilimciliğin, teknolojikliğin özgürlük konusundaki sınırlılığına varabilir miyiz, bunu yapmak ne derece doğru, bilmiyorum.
en marjinali, bir kalıptan fırlamışçasına sıradan, geri kalanları ise tek düzeliğin dibine vurmuşken, insanların “özel” olduğundan, uğruna bir kainat bir evren yaratılacak denli özel olduğundan bahsetmek, hele hele bunu iddia etmek, yersizdir. bu nedir peki? bu, “istemeyenler”in başarısı, bu, üniforma cümbüşü içinde kaybolan dünyanın adı. birkaç sene öncesine kadar, küpe takan, saçını uzatan, top sakal bırakan yada bunların tümünü yapan, kısacası, “farklı” görünen erkekler dayak yerdi, linç edilirdi tüm memleketim dahilinde. bu alerjisi yurdum delikanlısının hala devam etmekte elbette, ama işte, “gelişmiş, avrupalılaşmış, gümbür gümbür, sırasıyla: new-age, generation -next en sonunda da trendy & friendy” oluveren şehirlerimizde, piercing’i olmayanı almıyorlar clublara, rock barlara… penis derisi altına piercing yaptırmayana kız vermemeye doğru büyük adımlar ile ilerleyen harikulade metropol kıvamındaki cehennemlerimizde yaşayan canım memleketlim, gencim, kendine bir arayış ararken, extacy diye satın aldığı bebek aspirinlerine para yetiştirebilmek için, gece annesinin cüzdanını – babasının cebini kurcaladığı tarihlerde, glowingeyes.net’den sanırım pink’in sarfettiği bir söz geliyor aklıma “küpe sikik ama, piercing daha bir sikik” – o zamanlar severdim perçinli gençliği bir karşı duruş havasında gezdirdikleri metallerden dolaylı, bu gün karşıma geçip “abi nası olmuş” diye dilini çıkarttığı zaman, sinirlerim, maaşı ödenmemiş rodeo boğasına kayıveriyor. “iki perçin attırana bir dövme bedava” ilanlarına hazır bu ülkede, bakire olmayanın orospu olduğu bu ülkede, asansörlerdeki kullanma talimatlarının yazılı olduğu, pirinç – alüminyum levhaların köşelerini kopartmak için tırnağını, anahtarını, cep telefonunun köşesini feda edenlerin seçtiği hükümet ile yönetildiğim bu ülkede, yine glow’un deyimi ile “pipisinin işlevsizliği çenesine vurmuş godoşların ve kanamalı monikaların” para kazandığı, kaliteli margarin ile ekonomik margarinin matrix efektleriyle birleşip halkın olduğu, arçelik bayilerine gidip “çelik geldi mi? kaç para?” diye soran beyinlerin yaratıcılığına teslim olan, bu ülkede, daha ne kadar toprak üstünde kalmak istenilir, bilmiyorum.
televizyonda gördüm, bir “ibne öğretmen” skandal olmuş, ana haber bültenlerinin içine girmiş, ne güzel demiş bukowski “iki erkeğin sevişmesine karşı değilim; ikisinden bir olmadığım sürece…” öğrenim gördüğüm kampus dahilinde var “ilkokul öğretmenliği bölümü” bölüm var olmasına var ama, sarf edilecek metanetli cümle pek yok gibi. bu kadar çok embesil’in bir arada bulunabileceği tek yer varsa, bu, bilet fiyatları 500 ila 750 milyon arasında değişen bir petek dinçöz konseri olabilir ancak. ancak, “keşke petek dinçöz olsa bunların yerinde” dedirtecek cinsten bunlar. konuşmayı, beceremiyor bunlar, bunlar düşünmeyi bilmiyorlar ki konuşabilsinler. düşünebilen bu hayvanlar, bunlar düşünemiyorlar. arkadaşım (ki üç ila beş kişi için kullanabilirim bu kelimeyi i.m.y.o öğrencileri içerisinden tanıdıklarım için) “seni yapmazlar öğretmen” diyor, “neden?” diye soruyorum, kalabalığı göstererek “görmüyor musun be abi?”, “görüyorum”, “eee?”, “evet, görüyorum, sanırım. haklısın”. ibrahim tatlıses, ne denli öğretebilir altı – yedi yaşında çocuğa türkçe’yi? “hayat”ın ne olduğunu bilmeyen, milyarlık hatun, ne anlar hayat bilgisinden? amerikanın kıta olduğundan bihaber yurdum evladı mı öğretecek coğrafyayı? okul kantinindeyim bunları yazarken, “beyaz cafe”deyim birde “cafetto var, daha pahalı beyaz’dan, daha lüks görünümlü birde. okulda bir eylem yapılınca, dekanlığın da karşısında olmasından kaynaklı, beyaz cafede toplanır sol görüşlü öğrenciler, (aslında şu sol konusuna ayrı bir girişmek gerek, sol’un kendisine değil buradaki sol’a) o nedenle beyaz, daha çok sol’dan olduğunu iddia edenlerin toplaştığı, cafetto ise, çıtırların cirit attığı bir mekan olarak anımsanır kampus dahilinde. yeni bir öğrenci tanışmış bizim petek özleten öğretmenlik öğrencilerimiz ile. yeni öğrenci soruyor, “beyaz ne cafetto ne höğn!?” aday kızımız yanıtlıyor, tüymetrelerim sürekli clip yakmakta dinliyorum bende; “yaa, şimdi burası böyle işte, görüyosun, nası desem, daha lüks, oraya şeyler takılıyo, böyle pkklılar falan, hadepliler yani, o yüzden oraya gitmiyoz, sonra ordakiler daha fakir, burdakiler daha zengin, işte ordakiler, cumhuriyet falan okuyolar yani, biz buraya takılıyoz” bu arada diğer kişiciklerin çıkarttığı bazı ses bütünleri var “ne abi bu cumhuriyet ayağı, ne biçim gaste o, her yeri yazı?”, “hadep kapandı, dehap oldu”, “lan bak şunu diyom işte, sarışın olan kot ceketli, büro yönetiminde okuyo”. yarma’nın cümlesi geldi aklıma “burada kompozisyon sınavına girmiyoruz, konuşuyoruz, isteyen istediği gibi yazar, üstelik yıllarca ingilizce klavye kullandım…” hafif dahilinde kullanılan dilin, türkçe dilbilgisi bakımından eksiklikleri ile ilgili bir konuda söylemişti bunları, cümlesi tam olarak böyle olmayabilir ama anlattığı bu idi. haklıydı da, ama bu kızımız birkaç sene sonra öğrencilerini kompozisyon sınavına tabi tutacak, bu ufak farklılığı görünce merak ediyorum, “peki ne olacak?”, bilmiyorum.
korkarım bu konu, sandığımdan çok daha tehlikeli bir hal almış. geçen senenin birinci döneminde girdiğim kompozisyon sınavında, “dil, türkçe’nin durumu, koruma onarma yolları” gibi bir konu verilmişti. tam benlik, verdim veriştirdim, yirmi aldım yüz üzerinden, ikinci dönem tekrar bir kompozisyon sınavı yaptı aynı öğretimci, aynı konuyu verdi, tekrar yazdım aynı şeyleri, tek farkla;
ilk kompozisyonumun sonu olan, “… ve bu böyle devam ettikçe, bakkallar, manifaturacı kızlar, elektronik eşya ve dayanıklı ev aletleri satıcıları, gazeteciler, patronlar, şarkıcılar, reha muhtarlar, öğrenciler, yazarlar ve en kötüsü de öğretimciler, devam edecekler dili yıpratmaya, bozmaya, öldürmeye yada annesi her ne koymuşsa adını.” bukowski alıntılı cümlemi, bu saydığım kişilerin “işbirliği yapması” gerektiği şeklinde güncelleyerek. doksan aldım yüz üzerinden, “yazımı düzelttiğimde yüz de alabileceğim” eklentisi altında. kuşun kalemle yazmıştım o kompozisyonu, bu metni de öyle, bakalım hafiflerken ne kadar koruyabileceğim ruhu.