bildirgec.org

1980 hakkında tüm yazılar

The Elephant Man (1980)

agurbuz | 05 August 2008 15:00

The Elephant Man (1980)
The Elephant Man (1980)

The Elephant Man (1980)

Film, Joseph Carey Merrick isimli ingiliz vatandaşının 1862-1890 yılları arasındaki kısa ve acı dolu (Fil Adam) yaşamını anlatmaktadır. Senaryosu Sir Frederick Treves‘in The Elephant Man and Other Reminiscences ve Ashley Montagu‘nun The Elephant Man: A Study in Human Dignity adlı kitaplarından uyarlanmış ve David Lynch tarafından beyazperdeya aktarılmıştır.

Kırık Tulun

Dejavuu88 | 05 August 2008 09:29

rev-cüm
rev-cüm

Güzeldi elbet ıslak saçlarla rüzgarı delmek, ellerim böyle titremeseydi. Karşında hatırlayacağım gençliğim ve ömür denen yolun yarısına gelip gördüğüm düşlerden uyanışımdı beni sana getiren. Her şeyi geride bırakıp, bir eylül kabusundan tek kanadını kurtarabilmiş güvercin oldum. Birbirimize ait topraklarda basılmadık yer bırakmamaktı tüm gerçek, düş sokağına çıkma yasağını delerek.Ölümü gücendiren gaddarlıklarıyla, soluklarımızı sayıyorlardı.
Ayaklarımızın altında yarım asırlık cehennemin kapıları açılmıştı. Bir yol vardı gittiğin ama ucunu göremediğimiz ve firarında kızgın demirlerdi ayaklarımıza yediğimiz. Sana yaklaştıkça kanadı tabanlarım. Sonra yine..ve yine.. Namlunun ucuyla dürtüklüyorlardı irisimize yerleşen öfkeli çocuğu. Oysa bir önceki mevsimlerde, içimizde patlayan baharlar vardı.Dedem pastanesinin üst katında, hep aynı masada beklerdin beni. Beşevler’de ki fen fakültesinden alırdın; Papazın Bağı’na gider, ayran içip gözleme yerdik. Gençlik parkında ilk koluna girişim, 3. caddede ilk koparılışımız..Ki zaten zor bulmuştum seni.. Hak etmediğimiz bir savruluşla sen bıyıkları kesilen kedi, ben bahtsız bedevi..Yıllar sonra İstanbul’da, taşkentin kalbinde birazdan yeniden kesişecek yollarımız. Senelerce kelimelerin altında ezilen biçare hüzünlerimiz ve gizlice gönderilen zarflar, pullardan sonra, kurulu düzenlerimizi az ötemizde bırakıp, gözlerimizde yıllarca öteye gidip dönmeyeceğimiz anı düşleyerek yürüyorum Çengelköy sahilinde. İşte şapkan, palton, kahvenin önündesin, işte karşındayım.Seni sesinden dinlemeyeli, öyle uzun zaman olmuş ki…Adımlarım hızlanıyor ve başımı omzuna dayıyorum. Yaşlanmış ellerinle saçlarımı okşuyor ve sesli düşünüyorsun; “geçti canım kızım, geçti..”

The Shining (Cinnet) 1980

baykush | 25 July 2008 16:14

dvd
dvd

Sinema tarihinde her yaptığı filmin bir türün en başarılı örnekleri arasına girdiği yönetmen Stanley Kubrick‘in korku-gerilim türünde yarattığı şaheserdir.

Film Jack isimli bir yazar (Jack Nicholson), Wendy isimli karısı (Shelley Duvall) ve Danny isimli (Danny Lloyd) çocuğundan oluşan Torrance ailesinin yazarın romanını yazabilmesi için ıssız bir otelde inzivaya çekilmeleriyle başlar. Çocuğun telepatik güçleri onun otelin geçmişindeki rahatsız edici görüntüleri görmesine neden olur. Yazar baba da aynı şekilde otelin hayaletleriyle diyaloğa geçmesiyle birlikte yavaş yavaş çıldırma noktasına gelir.

Filmin devamı ile ilgili daha detaylı bilgi vererek izlememiş olanları bu keyiften mahrum etmek istemediğimden konu kısmını bu kadarla sınırlı tutuyorum.

Filmle ilgili detaylar da en az filmin kendisi kadar efsaneleşmiştir. Filmin geneli özellikle de Jack Nicholson’ın sahnelerinin çoğu doğaçlama çekilmiştir. İddia edilir ki Shelley Duvall tekrarların sayısı yüzünden sonunda çok az konuşmayla pasif bir oyuna dönmüştür -ki bunun filmdeki karaktere tam uyum sağladığını belirtmek gerekir. Yine filmde inanılmaz bir performans sergileyen çocuk Danny Lloyd’un filmin korku filmi olduğundan haberi olmadan film tamamlanmış ve bu kadar iyi performans göstermesine rağmen biyoloji öğretmenliği yaparak hayatına devam etmiştir (Bu çocuk Stanley Kubrick tarafından 5000 -beşbin- çocuk arasından seçilmiştir). Filmin afişinde de kullanılan kapı kırma sahnesi ilk çekimde kolay kırılması için ince çürük tahtalardan yapılmış ama Jack abimizin bu kapıyı tek vuruşta tuzla buz etmesi sonucu filmde orjinal kapının kırılma sahneleri kullanılmıştır. Stanley Kubrick bu filmin çekimine 1.3 milyon feet film harcamış – tekrar çekim sayısını siz düşünün…

Cannibal Holocaust

emrextreme | 01 July 2008 17:00

Cannibal Holocaust
Yönetmen : Ruggero Deodato
Oyuncular : Robert Kerman, Francesca Ciardi ,Perry Pirkanen, Luca Barbareschi, Salvatore Basile, Ricardo Fuentes, Carl Gabriel Yorke*

Mottosu “The one that goes all the way” olan Cannibal Holocaust, Amazon ormanlarında yamyamlar hakkında belgesel yapmak isteyen bir grup macera tutkunu gencin kaybolması üzerine, tanınmış bir antropoloğun olayı yerinde araştırmaya gitmesini konu alıyor.
Film iki kısımda ve harmanlanmış olarak sürüyor. İlk kısım antropoluğun, iki rehberle kaybolan gençleri aramasını konu alırken, ikinci bölüm gençlerin nasıl kaybolduğunu anlatıyor.
Film birçok ülkede içerdiği gerçekçi şiddet sahneleri nedeniyle yasaklı durumda. Hatta filmde öldürülme ve insan yeme sahneleri yüzünden yönetmeni Ruggero Deodato tutuklanıyor.
Filmdeki bütün yerliler gerçek ve çoğu film çekildiğinden habersiz olduğu için filmde belgesel havası da mevcut.
Film birçok İtalyan filmi gibi aşırı uçlarda görüntülere sahip. Herkesin rahatlıkla izleyemeyeceği türde bir film olan Cannibal Holocaust tüm zamanların en kötü şöhretli film olarak bilinmekte.
Ayrıca Japonya’da hasılat rekoru kıran ikinci film olma özelliğini de taşıyor.

En kötü 10 felaket

MisterMadDog | 28 January 2008 21:20

PopularMechanics sitesi, son 100 yılın 10 önemli felaketini listelemiş. Sıradan bir yazı değil, felaketlerin bize (daha doğrusu başına gelenlere) ne öğrettiğini de yazarak bu tarz araştırmalar arasından sıyrılıyor.

1906: San Francisco Deprem Yangını

yangın sırasında bir görüntü
yangın sırasında bir görüntü

San Andreas Fayı’ndan gelen 7.8 büyüklüğündeki deprem, şehrin işçi sınıfının yaşadığı merkezi vurunca birbirini takip eden patlamalar şehrin üzerinde korkunç bir duman görüntüsü oluşturdu. 10 En Kötü Felaket yazımızın ilk felaketi, yeniden yapılandırma konusunda bir ders öğretiyor ve yıllar sürecek deprem araştırmasını tetikliyor.

YÖK, YOK Olmalı mı?

pelitas | 26 December 2007 00:26

1980-82 döneminde Türkiye’de iki önemli şey olmuş. Birincisi Türkiye’de yerli sanayi kurma kapısı kapatılmış. Bununla bağlantılı aynı sıra ikinci bir olay var: YÖK kurdurulmuş. YÖK’ün kurdurulmasının sonucu nedir? Üniversitelerde araştırma adeta yasak edilmiş. Yasak demeye gerek yok, fiilen nerdeyse yasak hale getirilmiş. Araştırma yapamazsın, yaparsan da bir sürü dert alırsın. Fizik, kimya gibi konularda bile sahici araştırma yapanın başı derde girer olmuş. Araştırma yapmak yerine 40 saat ders verip para alıp, hazır ekmek yiyeceksin. Oh ne ala! Böylelikle üniversiteler bitirilmiş. Üniversitelerde bugün bilim de yoktur, eğitim de yoktur. Peki niye Üniversiteler bitirilmiş? 70’lerin sonlarına kadar millet iki kelime ile (faşist, komünist) birbirine düşürülüyormuş, bombalar patlıyormuş. Bu anarşi olaylarına rağmen üniversitelerde araştırma, bilim, teknik havası başlamış. Sanayiler yerli imkanlarla kurulmaya çalışılırken, örneğin; bir plastik fabrikası kurulacağı zaman üniversiteden konuyla ilgili kişilere araştırmalar yaptırılıyormuş. Bir taraftan sanayi durdurulmuş. Yerine turizm yerleştirilmiş. Gana’ya İngilizler aynı modeli sokmuşlar. “Canım sizin yapmanıza gerek yok.” Biz size satarız. “Siz turizmle geçinin.” demişler. Türkiye’de sanayinin durdurulması, aynı zamanda üniversitelerde araştırmanın (bilim, teknik) bitirilmesi suretiyle; sanayi kuracak, teknoloji geliştirecek insan gücünün engellenmesi bugünler de ki buhranlarımızı hazırladı. Maalesef Türkiye’de bugün meslek sahaları yok denecek kadar yok! Mühendisler (elektrik, makine hele de temel bilimlerde öğrenim görenler) meslekleriyle hiç alakalı olmayan işlerle uğraşmak zorunda kalıyorlar. “Kumaş dokuyacağız”… “Avrupa’dan makine alacağız”… Diye durdurup, bitirmişler bizi. Şimdiye kadar dokuma tezgahları için verilmiş olan döviz, dışarıya satılan tüm dokuma ürünlerinden alınan dövizden daha fazla imiş! Nitekim dokuma ürünlerini de, “Çin ve Pakistan’dan daha ucuza alırız… Demişler!

Kocana Giyersin

siyuu | 04 May 2007 15:14

1980’li yıllar…”gün” dedikleri şeyde, komşular toplanmış. Evsahibi kadın, birkaç gün önce çarşıdan aldığı elbise vs.leri getirip komşulara gösteriyor.Gösterdiği elbiselerdeb bir tanesi, farkedemediği şekilde “açık” çıkıyor (göğüs bölümü açık, sırtı açık veya biraz transparan bir bölümü var falan). “Ben bunu giyemem çok açık” diyor. Ve komşulardan biri içinde doğunun tüm çelişkilerini barındıran muazzam tavsiyeyi yapıyor; “kocana giyersin”. Ortaya “kocana giyersin” felsefesi çıkıyor. Kocaya giymek, yani dışarıda toplumun muhafazakar değerleri nedeniyle giyilemeyen bir kıyafet kocaya giyiniliyor.