Bir iki belletici öğretmenimizden bahsettik. Şimdi arkadaşlarla devam edelim. Bazı arkadaşlarınızı hatırlarken, komik yönleri gelir aklınıza,bazılarının size ettiği eziyetler, bazılarına ise sizin ettiğiniz eziyetler gelir aklınıza. Bazan da birlikte yaptığınız yaramazlıklar gelir aklınıza.Bunları söyledim diye sadist ya da mazohist olduğum sanılmasın. Sadece yaşadıklarımı yazmaktayım. Daha doğrusu yaşadıklarımdan aklımda kalanları, gönül süzgecinden geçirip öyle yazmalıyım diye düşünüyorum.Efendim gelelim konumuza; hani bazı anlar vardır, insan o anın içinde iken ayrı bir heyrete düşer, o an geçtikten (anı zaman içinde olgunlaşıp belirli bir tat kazandıktan ) sonra, zaman zaman hatırlayıp ” Ne günlerdi!” nidası çeker ya, işte öyle birşey bu.Yatılının bahçesinde, o zamana kadar gördüğüm “en büyük” ceviz ağaçları ile ilk karşılaştığımda, heybetlerinden biraz ürkmüş; bunca zamandır gelip geçen bir sürü öğrenci grubuna tanıklık ettikleri için onlara gıpta etmiştim.Ne de olsa onbir yaşındaki biz “yeniyetmelere” heybetli ve de haşmetli görünüyorlardı. Hala da öyledirler, birileri kıyıp da kesmediyse tabii. Okulun önünde üç tanesi gelen geçene kah kokuları ile kah denk getirip kafalara düşürdükleri olgun cevizleri ile selam verirlerdi.Ama bizim asıl hedefimiz yatılı okulumuzun arka tarafında bulunan, yaşça daha eski ama meyvece daha zengin olanlardı. Ön bahçedekiler gibi heybetli görünmeseler de, o ağaçlardakiler daha cezbediciydi.Nedenine gelince; ön bahçedeki ağaçlara dokunduğunuz zaman, bir öğretmene ya da cevizleri “irmik helvası”na katan “Mehmet Amca’ya” denk gelme ihtimaliniz oldukça fazlaydı. Mehmet Amca pek sorun teşkil etmezdi genelde ama; irmik zamanı ona görünmemek elzemdi.Gelelim öykümüze, dediğim gibi arka bahçe bizim asıl yağma alanımız olmakla beraber, hafiften tırsmamıza da engel değildi tabii. Belleticilerin yetki alanına giren herşey gibi, onlara da dokunmak “zül” dü. Yakalanırsanız yatılıların en korkulu rüyası olan “evci çıkma yasağı” ile karşılaşmanız neredeyse kaçınılmazdı.Efendim bizim grubumuz da biraz haşarı olarak nitelendirilenlerden oluşuyordu. Aralarında hem yaşça hem boyca en küçükleri ben olduğumdan, genelde bir yaramazlık yapıldığı zaman en geride kalan da ben oluyordum.Biz grupça ceviz taşlamaya ( ağaçta yakalananın vay haline) gittik. Taşları atıyoruz, ama bir yandan etrafı kolaçan etmek, bir yandan da okulun camlarına gereksiz isabette kaçınmak gibi, olmazsa olmazlarla uğraştığımız için bir türlü isabet kaydedemiyorduk.Derken Mehmet’lerden biri ( grupta iki tane vardı) irice bir taşı ağaca savurdu. Taş ağacın ancak kök kısmına kadar gittikten sonra ağacın tam dibine düştü. Düşerken çıkardığı garip sesi fark etmemek neredeyse imkansız olduğundan; zaten diken üstünde olan bizler, “aha” nidaları ile çil yavrusu gibi dağıldık.Kimimiz masum rolü oynuyor, kimimiz (tedbirli olup yanında ders kitabı getirenler) çimlere oturmuş vaziyette ders çalışıyor gibi yapıyorduk. Biraz zaman geçtikten sonra baktık ki; gelen giden yok. Cesaretlenip ağaca yöneldik.Taşın düştüğü yerdeki otları biraz ayıkladıktan sonra; yaklaşık ikiyüz-üçyüz ceviz ile karşılaştık. Meğer taş cevizlerin üstüne düşmüş. Kahkahalarımızla (kendi pısırıklığımıza mı, şansımıza mı gülüyorduk bilemiyorum) ortalık kısa süre çınladıktan sonra; aramızda payettik ganimeti.Herkes payını alıp bir tarafa çekildi. Ama bir yandan da onları oraya kimi koyduğunu düşünüyorduk. Bİr güzel ziyefet çektik o cevizlerle.Ertesi gün “Mehmet Amca” okulun arka tarafından sinirle geldi. Kendi kendine söyleniyordu bir yandan da; “Kim yedi lan cevizleri, o kadar uğraştım onları toplamak için. Karınlarının ağrıyacağını bile düşünmemiş soykalar!” türünden ( söylediklerinin bazılarını burada yazamayacağım için affınıza sığınıyorum) gayet hoş cümleler kuruyordu.Artık biliyorduk onları oraya kimin koyduğunu, birbirimize bakıp anlamlı anlamlı gülümsemekle yetindik. Erkeksen çık da söylesene. Yemedi tabii. Yediğimiz cevizler yanımıza kar kaldı.