“Hayır, ben yabancı değilim.” dedi Fransızca , herhangi bir Fransızın anlayamayacağı bir aksan ile.Kanada?? Hayır, hayır…Ayakları otobüsün tabanına yapışmıştı. Sabah oldu bu, sabah. Reçel orduları sevkıyatın ana hedefi bir dilim ekmek yerine, ayakkabının üstünü daha uygun bulmuşlardı. Ya da, yerçekiminin kendisinden daha aç olduğunu da düşünebilirdi.Zeki olduğu için yaradana şükretti. “Dieu merci!” değil, bildiğin şükür. Yoksa, ayağının altındaki kauçuğun eridiğini dahi düşünebilirdi. Hava sıcak olsa korkutmazdı bu onu, ama böyle bir soğuktaki olası bir erimeyi sebeplere bağlayamazdı, cehenneme hükmederdi. Biliyordu ki, cehennemde kimse birbirinin dilini anlamayacak.
Trône, Troon. Hangisi tğon , hırlatarak hırlatarak, okunuyordu? Ton balığı demek de değildir üstelik Trôn. Bunu her Fransız bilir.Fransızdı. Burnunu havaya dikip, yanındaki Arabı küçümsedi. Arap ona baktı, elini göğsünün üstüne koydu. Eyvallah’ın anlamını bilen bir Fransız olmakla gurur duyuyordu.Ayaklarını yerin yapışkan cazibesinden kurtarmaya çalıştı. Elleriyle otobüsün demirlerine tutundu, barfiks benzeri bir harekete girişti.Allah’ım ayaklarım kopacak!
Otobüsün arka kısmı kendisine döndü, hani, yere şapka koysa zamana oranlı bir zengin olabilirdi. Birkaç tanesine kafasıyla selam verdi, kendisine isyan etmiş çocuklarına şakacıktan kızarak da diğerlerinden hoşgörü bekleyen bir bakışla baktı ayaklarına. Hafif bir cırt sesi duyuldu. Uzun bir sesti.Çok saygıdeğer ırkdaşlarından arkasına doğru oturanı, yalnızca sonunu bastırabildiği bir kahkaha attı. O da katıldı kahkahaya, sebebi yok sanmamalıyız, vardı sebebi. “ha..ha…ha” hayat….Ah, hayat, sen ne komiksin.
Neden sonra, birisi , sanıyordu ki, başka bir ırktan olmalıydı bu, yoksa neden işaretlerle göstersin, ona pantolonunun yırtıldığını haber verdi. Aslında, hayat hâla komikti, tek sorun komikliğin yaratılmasında gözlemciden gözlenene terfi etmişti. “Güzellik bakanın gözündedir.” diyen neredeyse Berkeleyci aşık cümlelerini düşündü –tabi ki onlar Fransız değildi- ve kendisini güldüren “komiklik bakılanın götündedir.” tespitini yaptı. Komikti bu.Hahahahahaha. Çok komikti. Otobüsün orta sakinleri de ona katıldı. Neden ki? Sesli mi düşünmüştü? Hayır, hayır. Ayakta kitap okuyanlara gülüyor olmalıydılar.Ufak elleriyle güneşin gitgide daha fazlasına yansıdığı bir ayı andıran arkasını kapamaya çalışarak oturdu bulduğu bir yere.Ayaklarının itaati onu şaşırtmıştı, azıcık daha zorlasalar bağımsızlık kapabilirlerdi. Bulduğu yer, biz Fransızların pek sevdiği iki koltuğun bir yana, iki koltuğun diğer yana baktığı, zorunlu muhabbet odalarından biriydi. Bonjour dedi, saatine baktı, Bonsuvara çevirdi. Anlamışlardı, demek ki Fransızdı bunlar da kendisi gibi. Muhabbet açtı, karşısında oturan doğuştan saçı boyalı sarışına nedense dünya başkenti İstanbul’dan bahsetti, sonra duramadı, sevdiği kızı anlatmaya başladı. Gözleri vardı sevdiği kızın, kulakları yoktu, elleri vardı, elleri terlerdi. Bu sonuncuyu işaret diliyle de anlatmaya çabaladı. Karşısındaki kız iğrenir bir tavır takındı, biz Fransızlar da her şeyden iğreniyoruz yahu.Sonra yanındaki adama döndü, ona renault arabaların aslında citroenlerden daha iyi olduğunu söyledi. Adam cevap verdi kendisine, haha, aptal daha Fransızcayı bilmiyordu. Böylelerini duvarın önüne dizeceksin, ya da giyotin falan, patır kütür sesler ya da keskin bir çelik sesi. Keskin seslerin güzelliği gürültüyü azaltmaları di mi? Öyle.Evet, evet, ani fren, çarpma sesi. Sessizlik.“Biz Fransızlar trafik kazası yapmayız. Olsa olsa trenlerimiz çarpışır, sıradanlaşmayız.” dedi sol çaprazında oturan şişman kadına. Camdan dışarıya, fransızcanın bilmediği bir lehçesinde karalanmış levhalarını dükkân isimlerine bakarak muazzam tespitler yaptı. Sonra kadına baktı. Orta yaşlı bir kadındı bu. Ama vücudu 500 yıl yetecek erzağı tedarik etmiş, öldükten sonra topraktan yeni yağ filizleri verecek gibiydi. Öğk.Fransız olmasam da iğrenirdim sanıyorum bundan.
Kadının ellerine baktı konuşmayı kesip. Karşısındaki ellerini gizlemeye çalıştı, beceremedi. Damarlı elleri, yer yer morarmıştı, hele ki o kayışın sarmaladığı yeri bir şaire gösterseniz, size iki şiir birden, üstelik aynı anda yazardı. Kayışın ucu bir köpeğe bağlıydı, uysal görünümlü, iyi huylu, sevimli bir şeytana. Bunu adam da gördü.Necis.
Fransızca olmayan bu kelimeyi sevmiyordu. Köpeğe gülümsedi, o da ağzını açıp dişlerinin cakasını göstererek karşılık verdi. Seviyordu köpekleri. Fransızlar köpekleri sever.Köpek de onu sevmiş olmalıydı ki, ayakkabılarını yalamaya başladı. “Cilayayım mı abi?” diyen çocuklar yoktu karşısında para isteyecek, bunun yerine köpekler yalardı ayakkabılarımızı. Fransız kültürü, sen ne güzel bir şeysin.Necis, necis, necis.
Titremeye başladı. Aşağıdan soğuk mu almıştı ne? Hehe. He.Asacaksın bunları Orleans meydanında. Bak bir daha sokacaklar mı köpekleri otobüs içlerine?Necis, necis, necis, necis, necis, necis, necis.
Fransızlar ayakkabılarını okşayan köpeğe “Merci” derler. Bir ezilme sesi duydu. Hayır, bastırarak. “meğğğsi” ama ğ’yi bastıracaksın. Kütürt! Daha sağlam bastır.Hırlatarak!Bir kırılma sesi daha. Yanındakiler çığlık atmaya başladılar.Necis. Ezilme sesi, acı bir havlama.
Necis. Şişman kadın, vinçten bacaklarını kurmaya çalıştı.
Necis. Adam, kendisini sevecen bir şekilde kucaklamaya çabaladı.
Necis, necis , necis , necis. Sarışın kızın saçları kızıla boyandı. Yakıştı.KÖPEK EZMESİ YEMEK CAİZ DEĞİLDİR! diye bağırdı adamın asi ayakları. Buna rağmen köpeği dümdüz edene kadar haşin bir sevgi gösterisinde bulundular.
Otobüs durmuştu, herkes ona bakıyor, bir şeyler söylüyordu. Hiçbirini anlayamadı. Ne yani, bir otobüs dolusu Fransız olmayanla aynı arabada mıydı?Öğk.“Fou” kelimesini duydu konuşulanlardan. Deli demekti bu. Evet, demek ki aşağı halklar hakaretlerini Fransızca ediyorlar. Taaa St. Augustine’den başlayan rasyonalizmi hatim etmişti bir kere, bu yüzden zaman bulduğunda bu kültür objesinin analitik çözümlemelerine girişebilirdi.İdeologları öldürmeliyiz.
Ama girişmedi.Bunun yerine “Ben deli değilim” dedi.Bir cümle daha etti, ama çevresindekiler sadece napolyon kelimesini anlayabildiler.