tabanı erimiş kösele bir ayakkayı andırıyordu yüzü.hayatın, çivili kırbacını sırtından eksik etmediği öksüz bir kabilenin ürkek üyesiydi.elleri bir kaplumbağanın kabuğundan farksızdı.ıssız bir gölgesi vardı yüzünün.boynunu büküp kuytu bir köşesine sığınmaya çalıştığı kaldırımlarda, o hep hasretini çektiği ama hiç tadamadığı,sabah mahmurluğunun vücuda sinen aromasıyla ailece yenen sabah kahvaltılarının sade ihtişamınınnasıl bir hayat kaynağı olduğunu düşünmemeye çalışarak morarmış gözlerini sımsıkı kapatmayauğraşırdı içindeki keskin titremeyi hissetmemeyi kim bilir kaçıncı kez denerken…