Çağdaş bir demokrasi ve hukuk devleti geleneğine sahip olamayan toplumların dünya algılayışları, bu şansa erişebilmiş eşdeğerlerine göre ciddi farklılıklar gösterebilmekte. Nitekim demokratik toplumlarda özgürlüklerin yaşanması noktasında normal karşılanan pek çok talebin, otoriter bir yönetimi kanıksamış kitlelerde ciddi çatışmalar yaratabildiğini görebiliyoruz.Son dönemlerde Türkiye’de de benzer bir ayrışma yaşandığını, hatta bunun toplumu ciddi bir kutuplaşmaya sürüklediğini söylemek mümkün. Bu derin sosyal çatlamanın statükocu kanadını oluşturan kesimlerin, reform yanlısı kitlelere göre azınlıkta kalmış olduğu bir gerçek. Ancak buna karşın söz konusu sınıfın hâlâ hatırı sayılır bir güce sahip olduğu ve geçmişten gelen etkinliğini elden bırakmaya pek de niyetli olmadığı ortada.Bir süredir Türkiye’deki siyasi ortamın normalleşme eğilimine girecekmiş gibi görünmesinin, sivilleşmeden pek de hazzetmeyen bu cenah açısından ciddi bir can sıkıntısı yarattığı görülebiliyor. Çünkü normalleşen ve kendi kuralları içerisinde işlemeye başlayan bir siyaset alanı, askeri ve sivil bürokrasiye dayanan geleneksel devlet oligarşisinin giderek zayıflaması anlamına geliyor. Özellikle de siyasal iktidarın, statükonun en ciddi dayanak noktalarından biri olan cumhurbaşkanlığı makamını “ele geçirdiği” düşünüldüğü zaman.Bu noktada, statükocular için Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her zamankinden daha fazla bir öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz. Zira eski kaleler “kaybedilse” dahi, TSK’nın siyasi erke tek başına karşı koyabilecek kadar güçlü olduğuna dair inançlarını sürdürüyorlar. TSK’nın yeni komuta kademesinin eylemleri de, bu kesimin sararmaya yüz tutmuş umutlarını tekrar yeşertebilecek nitelikte.Meşruiyet sıkıntısı
Tıpkı bireylerde olduğu gibi, kurumlarda da zihinsel yapıların oldukça katı, alışılagelmiş düşünce kalıplarının evrim geçirmesinin ise bir hayli zor olduğunu bilmekteyiz. Hiç şüphesiz TSK da bu konularda bir istisna teşkil etmiyor. Bu nedenle uzun sayılabilecek bir sessizliğin ardından orduda yaşanan son hareketlenme, kemikleşmiş bir vesayetçi anlayışının yeniden kıpırdanması olarak değerlendirilebilir.Ne var ki bu çıkışlar, ordunun demokratikleşme ve hukuk devleti karşısındaki çabalarının ne denli anlamlı olduğunun sorgulanmasını da kaçınılmaz kılıyor. Çünkü tarihsel dinamikler, toplumsal hareketlerin karşı konulamaz gücünün her türlü dokuyu er ya da geç değişime zorlayacağını bize söylemekte. Bu nedenle değişim karşıtı duruşun ne kadar sürdürülebileceği ciddi bir soru işareti.Bunun yanında, ordunun eylemlerinin kamuoyu nezdinde ikna edici bir meşruiyete dayanacak biçimde oluşturulması, söz konusu duruşun kabul görebilmesi için mutlak bir zorunluluk gibi görünüyor.27 Nisan e-muhtırasının ardından yapılan genel seçimlerde iktidarın almış olduğu büyük halk desteği, bu meşruiyetin artık kaba bir Kemalist söylem ile sağlanamayacağını açıkça ortaya koymuştu. Dolayısıyla ordunun kendini meşru gösterebilecek daha zengin söylemlere ihtiyacı olduğu bir gerçek.Yeni Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner’in geçtiğimiz ay düzenlenen devir-teslim töreninde yaptığı konuşma, bu alanda bir başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Bilindiği üzere bu konuşma, son dönemin popüler kavramları olan “küreselleşme”, “postmodernizm” ve “asimetrik tehditler” gibi çokça tartışılan öğelerle bezenmiş bir içeriğe sahipti.Belki de bu görüntüyü, TSK’nın dünya algılayışının yalnızca sığ bir slogancılıkla değil, entelektüel fikirler bütünüyle şekillenmiş olduğu izlenimini vermenin bir çabası olarak da değerlendirebiliriz. Nitekim TSK’ya yakınlığıyla bilinen Radikal gazetesi yazarı Mehmet Ali Kışlalı da 12.09.2008 tarihli yazısında Işık Koşaner’i överek ordudaki bu yeni “irdeleme süreci”nin “uç liberal görüş yanlıları”nı tedirgin ettiğini iddia ediyor.Hal böyleyken, liberalleri bu denli endişeye sevk eden değerlendirmelerin ne olduğunu merak etmemek olanaksız. Zira TSK’nın entelektüel saptamalarda ne kadar derinleşebildiğini ve ileride nasıl bir yol izlemeye niyetli olduğunu, bu orijinal savları inceleyerek tespit etmek mümkün olabilir.Bireysel hak ve özgürlükler
Org. Işık Koşaner’in konuşmasında bizi ilgilendiren ilk husus, Türkiye’nin en ciddi sorunlarından birisi olan hak ve özgürlükler noktasında yapmış olduğu saptama.Koşaner’in bu konudaki ifadeleri şu şekilde:“…Bireysel kalmak ve ulus devlet yapısına zarar vermemek kaydıyla, kültürel zenginliklerin yaşanması için yapılan düzenlemeler, daha fazla demokrasi söylemleriyle toplumsal talepler haline getirilip siyasal alana götürülmeye çalışılmamalı, kutuplaşma ve ayrılaşmaya meydan verilmemeli ve ülke güvenliği tehlikeye atılmamalıdır. Teröre karşı yürütülen mücadelede ana hedef, örgüte ve destekçilerine terörle hedeflerine ulaşamayacaklarını göstererek başarı umutlarının yok edilmesidir…”Anlaşıldığı kadarıyla Işık Koşaner, meşru kültürel taleplerin bireysel düzlemden genele kaydırılması halinde ülke güvenliğinin tehdit altına girebileceğinden endişe ediyor ve bunların makro düzeyde gündeme alınmaması gerektiğine özellikle vurgu yapıyor. Aksi halde bir ayrımlaşmanın ortaya çıkabileceğinden kaygılanan Koşaner, bu çeşit bir durumun PKK’nın işine yarayacağının da altını çiziyor.TSK’nın bireysel hak ve özgürlük taleplerine bile uzun zaman şüpheyle yaklaştığı düşünüldüğünde, bu sözlerin belli bir aşamayı ifade ettiği düşünülebilir.Ne var ki böyle bir tespit hayli iyimser ve temelsiz olmaya mahkum. Çünkü Koşaner’in ortaya çıkmasından endişe duyduğu toplumsal düzlem hem demokratik toplumun vazgeçilemez bir gereği, hem de bireysel düzlemlerin açık bir bileşiminden başka anlama gelmiyor.Örneğin kültürel haklar bağlamında şikayeti bulunan bir Kürt vatandaşının, benzer sıkıntıları paylaşan diğer bireylerle bir araya gelerek daha geniş bir düzlemde konuyu gündeme taşıması, bizzat kendi temel hak ve özgürlüklerin vazgeçilemez bir parçası. Benzer şekilde gayrı müslim vatandaşların taşınmazlarıyla ilgili sorunlarını dile getirmeleri ve meseleyi genel bir talep olarak siyasi arenada tartışmaya açmaları, birey olmanın sağladığı hukukun kullanılmasından farklı bir mana ifade etmiyor.Dolayısıyla demokratik kitlesel taleplere getirilecek kısıtlamaları savunmak, bireysel özgürlüklerin de budanması gerektiğini ima ediyor. Böyle bir durum, hiç şüphesiz devleti oluşturan hakim zihniyetin hazzetmediği problemleri hasıraltı etmekle ve vatandaşları da bu duruma razı bireyler haline sokmakla eşdeğer.Bu da çok açık bir biçimde otoriterliğin normalleşmesi demek.Oysa toplumun, Koşaner’in düşündüğünün aksine oldukça demokrat bir pozisyonda konumlanma eğiliminde olduğunu söylemek mümkün. Üstelik bu demokrat ivme, bireylerin diğer farklı kimliklerin haklarına eskisi gibi kayıtsız kalmadıklarına tanık olmamızı sağlayacak kadar da güçlü görünüyor. Muhafazakarların hatırı sayılır bir kısmının Kürt sorununda reformist bir tutum takınması veya sosyalistlerin kayda değer bir bölümünün türban serbestisine ateşli bir biçimde destek çıkması, bu eğilimin sayısız örneklerinden sadece ikisi.Etnik çeşitlilik
Yeni Kara Kuvvetleri Komutanı’nın siyasi gündeme ilişkin değindiği bir diğer konu da etnik çeşitlilik. Koşaner düşüncelerini şu sözlerle ortaya koyuyor:“…Ulus ötesi sosyal ve kültürel hareketler ile etnik çeşitlilik, ulusal birlik ve güvenliği tehdit eder hale gelmiştir… Demokrasi ve insan hakları gibi çağdaş değerler de istismar edilerek çok iyi gizlenebilmektedirler. Ulus devletler adeta demokrasi adına dağılmaya, insan hakları adına da bölünmeye mahkum edilmektedirler…”Küreselleşmenin, farklılıkların rahatlıkla ifade edilebildiği bir ortam yarattığını ve çeşitli sivil toplum örgütleri kanalıyla bu farklılıkların kamusal alanlara daha kolay taşınabildiği bir atmosfer meydana geldiğini söyleyebiliriz. Bu şekilde devletlerin hegemonik yapılarını sorgulayan ve ulus devletlerin kendi algılayışlarına göre tanımladıkları kavramlara farklı boyutlar getiren yeni yaklaşımlar da ortaya çıkmakta.Ancak Koşaner’in savunduğu gibi tüm bunların doğal bir sürecin parçası olmadığını iddia etmek son derece tuhaf kaçıyor. Çünkü sosyal alışverişlerin üst düzeye çıktığı böyle bir süreçte yapıların kendi aralarında etkileşime girmemesi düşünülemez. Bu da, temel hak ve özgürlükler bağlamında çağdaşlarına nazaran yetersiz durumda bulunan kesimlerin daha geniş özgürlük taleplerinde bulunmasını kaçınılmaz hale getiriyor.Üstelik bu etkileşim sonucu hak taleplerinin artıyor olması veya bunların etnik ya da kültürel öğeler içermesi, söz konusu taleplerin mutlaka temelsiz olduğu anlamına da gelmiyor. Zira kişi temel hukukunun etnik bilinçlenmeyi ve kültürü özgürce yaşayabilme hakkını kapsadığı zaten hukuk devletlerince uzun zamandır kabul edilmekte. Dolayısıyla bu isteklerin genel bir nitelik kazanmasından şikâyetçi olmak, ülke içindeki demokratik ortamın yetersizliğinin bir itirafı gibi duruyor.Belki de bu noktada asıl sıkıntı, etnik unsurların özgürce ifade bulabileceği yeni bir yapılanmayı tehdit olarak algılayan TSK’nın ulus devleti kutsayan kalıplaşmış fikir yapısı.Hiç şüphesiz böyle bir duruş şaşırtıcı olmaktan oldukça uzak, çünkü TSK felsefesinin temelinde yatan 1930’ların Kemalist bakış açısının da toplumsal farklılıkları yadsımış olduğunu ve heterojen kimlikleri homojen bir “laik-Türk” kimliğinde eritmeyi amaçladığını bilmekteyiz.Zaten Org. Işık Koşaner’in konuşmasının ilerleyen bölümünde, bu anlayışın ipuçlarının sergilendiğini görebiliyoruz:“…Cumhuriyet devrimi ile ümmet toplumdan laik ulus devlete geçişte etnik ve dinsel farklılıklara bağlı olmayan, ancak dil, kültür ve ülkü birliği ortak paydasında buluşan siyasal, hukuksal ve sosyal bir birliktelik sağlanmıştır. Ulus devletimizin var olması ve daha da güçlenmesi, bu ortak paydanın herkes tarafından içtenlikle benimsenmesi ve gözetilmesiyle gerçekleşir. Etnik, kültürel, ideolojik ve benzeri nedenlerle farklılık iddiaları, sadece ulusumuza zarar verir…”Dikkat edilirse Koşaner, cumhuriyet devrimiyle etnik çeşitliliğe dayanmayan “yeni bir yapı” inşa edildiğinden bahsederek, toplumun özünde var olan farklılıkları zaten zımnen kabul etmiş oluyor. Ancak hemen ardından bunların tekrar ortaya dökülmesinden duyduğu büyük rahatsızlığı dile getirmesi, değişik unsurları yok sayan katı ulus-devlet mantığının adeta günümüzdeki uzantısını resmediyor.Ne var ki etnik çeşitliliği yok saymak, farklı grupların kendi ırksal farkındalıklarından uzak kalmalarını her zaman garanti edemiyor. Nitekim onlarca yıl görmezden gelinen Kürt meselesinin nihayetinde PKK terörü olarak Türkiye’nin karşısına çıkması bu tespiti destekler nitelikte.Üstelik ayrılıkçı terörün, kimlik tartışılmalarının ve “farklılık iddialarının” söz konusu dahi olmadığı zamanlarda olgunlaşmış olduğu gerçeği, Koşaner açısından bile son derece çarpıcı olsa gerek.Postmodern yuvalanmalar
Işık Koşaner’in en ilginç tespitlerinden bir tanesi ise, hiç şüphesiz postmodernizm ile ilgili olanı:“…Etnik kimlikçilik, cemaatçilik, kültürel farklılık gibi alt kimlikleri ön plana çıkaran girişimlerle ulus devlet yapısı dağıtılmaya çalışılmaktadır. Küresel güçler tarafından kurgulanan ve ülke içi medya, bazı akademik ve sermaye çevreleri ile sivil toplum örgütleri içine yuvalanan postmodern bir tabakanın oluşturduğu propaganda ve etki ağı; ulusal birlik, ulusal değerler ve güvenlik parametrelerinin zayıflatılması ve çözülmesi yönündeki gayretlerini sürdürmektedirler…”Toplumdaki büyük zihniyet dönüşümleri, yeni bir dış çevre üreteceği için statükonun eski yapılarının da evrimleşmesini ve yeni dış çevreye uyum sağlamasını zorunlu kılar. Bu genel geçer kural, aynı zamanda bünyelerin statükoya bağımlılığı ne denli fazla ise, yeni düzeni kabullenmelerinin ve kabuk değiştirmelerinin de bir o kadar sancılı olacağı anlamına gelir.Anlaşılan bu sancıyı en çok hissedecek olan kurumların başında TSK gelmekte. Zira Koşaner’in söyledikleri, modernizmin ardından oluşan yeni dünyayı anlamaktan son derece uzak bir kafa yapısını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.İster “postmodern” kavramıyla ifade bulsun, isterse “modernizmin evrimleşmesi” olarak nitelendirilsin, merkeziyetçi ulus devletleri ciddi krizlere sürükleyen bir düşünsel dönüşüm söz konusu. Sayısız akademik çalışmaya konu olan bu gerçekliği “kurgu” olarak nitelemek herhalde talihsizliğin de ötesinde ciddi bir gözü kapalılığı ifade etmekte. Böyle irrasyonel bir tavır, tipik bir kaçış mekanizmasını ve kabullenememe psikolojisini çağrıştırıyor.Ne var ki tüm hızıyla devam eden bu süreci klasik parametrelere çözümleyebilmek artık olasılık dışı.TSK’nın ise hâlen 1930’ların klasik modernizm mantığıyla hareket etmekte olduğu düşünüldüğünde ne vesayetçi anlayışı hararetle savunması, ne de ülkenin bekasını tek tipleşmiş vatandaş profilinde araması bize şaşırtıcı geliyor.Bu öngörüsüzlüklerin, TSK’yı Türkiye toplumu nezdinde daha etkin ve saygıdeğer bir konuma getirmeyeceği son derece açık. Çünkü kabul etmesi zor olsa bile, modernizmin “kutsal ordu” kavramı tıpkı “kutsal devlet” mantığı gibi tarihe gömülüyor.Dolayısıyla yadsınılan yeni “postmodern” dünyada Türk ordusunun vatandaşlardan göreceği teveccüh artık ürettiği retorikle değil, bireylerin kimliklerine ve inançlarına göstereceği saygıyla doğru orantılı.TSK’nın bu noktaya ne zaman geleceği ve statükoyu korumak uğruna neleri göze alabileceği hâlen meçhul.Ancak kesin olan bir şey varsa, o da bu şekilde devam ettiği sürece pek bir şansının olmayacağı ve toplum vicdanındaki yıpranmasının giderek onulmaz bir hale geleceği.