On ikinci ortanın yüzyirmisekizinci adamıydı Süleyman. Ortabaşı’nın adı Hakkı idi ve bileği en kalın bıyığı en gür olanıydı ortanın. Gözü fena halde kara, yüzü fena halde yaralı idi. Kırkından fazla var olduğu belliydi. Gözlerinin yeşilinden Tuna’nın kıyısında oturan Gagavuzlardan olduğunu belli ediyordu. Bu renk menekşeler ancak Deliorman’ın köylerinde yetişirdi. Ortaağası ise kendi gibi Süleyman adında bir yiğitti. Bu yiğidin de pek yapılı, pek yürekli olduğu kadar şaraba ve Rum kadınlarına dayanıksızlığı, Dersaadet’in meyhanelerinde sabaha kadar Büyük Adalı Katerina ile içtiği sonra da seviştiği tüm ortanın dilinde idi. Ancak öküz kuvvetine sahip olan Ağa’nın yanında insanın bildiklerini belli etmeye kalkması değil kulağından, canından bile olmasına rahatlıkla yeterdi. Gelelim asıl meselemize. Saray’ın Gülhane yanındaki duvarının dibindeki küçük köşkünde oturan ve Kapalıçarşı’da kuyumculuk işi ile iştigal eden Seferis Ağa isimli uyanık Rum’u, Dobruca’da ayaklanan Bulgar’ların üstüne yürüdükleri seferde, isyancıları kıydıkları köyde girdiği evlerden birinde bulup da usulca koynuna attığı som altından yapılma kaşıkları satmak için gittiği Kapalıçarşı’dan tanıyordu. Kaşıkları oniki altın sikke ile değiştirdi Seferis tezgah altından. Sikkeleri ise rüşvet olarak kullanacaktı Süleyman daha sonra. Devlet-i Ali Osmaniye’nin Yeniçeri ocağına kaydetmek için küçük yaşta topladığı çocukların nereden geldiğini kayıt altına aldığından adı gibi emindi Sülayman. Gerçi babasının koyduğu adı Yorgo muydu, İvan mıydı ondan pek emin değildi ama neyse.