Uçak düştü. Yolcular, hostesler, pilot… herkes yerde. Uçağın enkazıyla birlikte… Daha birkaç dakika öncesinde yolcular, koltuklarında hosteslerin zarif tavırlarla ikram ettikleri çörekleri atıştırırken… Bulutlar dokunacak kadar yakın, yer hiç ulaşılamayacak kadar uzak ve gerçekdışıyken… Ve bir haritadaki yer şekilleri halindeyken şehirler… Uçak gökte süzülüyordu. İçindekileri yerden ve ona ait herşeyden çok uzaklara savurarak… Birazdan burnunu aşağı çevirecek ve oraya doğru süzülecek de olsa, içinde geçirilen o iki saatlik dilimde sunduğu özgürlük hissi, yere ayaklarını bastıklarında da yolcularla birlikte varolmaya devam edecekti.Ama öyle olmadı ve düştü uçak. Hiç beklenmeyen bir anda son buldu yolculuk… Ya da yarım kaldı.Yılbaşına birkaç gün vardı. Yaşasalardı onlar da kutlayacaktı. Pilotun kule görevlisiyle son konuşmaları duyuluyordu televizyonda. Birşeyler söylüyordu. Birkaç saniye sonra büyük bir sessizlik… Kule görevlisi birşey soruyordu. Cevap yok… Spiker uçağın bir dağa çarptığını söylemişti. Konuşmanın kesildiği o noktada… sislerin arasında yokolan dağ birden belirivermişti. Hiç uyarmadan… Acımasız bir şaka anlayışıyla…Televizyondaki, yere savrulan adamlar, kadınlar ve birkaç çocuk hallerinden hiç de şikayetçi görünmüyorlardı. Karların arasında çok rahattılar. Belki de ölümden önceki son saniyelerinde ‘Keşke hiç inmese uçak! Hep böyle süzülsek bulutların arasında…’ diyenleri bile vardı. Öyle diyenler şu an çok mutlu olmalıydılar.Peki onlar gibi hissetmeyenler?! ‘Yolculuk yarım kaldı. Varmam gereken yerde yapmam gereken çok şey vardı.’ diyenler ne hissediyordu? ‘Kızım beni bekliyordur şimdi. Bensiz ne yapar?’ diyenler…? Ya da ‘Daha yaşamaya doyamadım ki! Hepsi bu kadar mıydı?’ diyenler…? Onları diğerlerinden ayırmakta zorlanıyordu. Çünkü herkes inanılmayacak kadar aynıydı.Birkaç dakika önce, uçak gökyüzünde ilerlerken bu uyumu yakalayabilmişler miydi, bilmiyordu. Ama tahmin ettiği gibi, gerçekten şu an da uçmaya devam ediyor idiyseler, aralarındaki hertür anlaşmazlığı çözdüklerine emindi. Belki O’nu da görüyor ve televizyondaki görüntüleri karşısında yaptığı bu içsel konuşma yüzünden ayıplıyorlardı. Onların bu dünyadan ayrılmasına üzüleceği yerde, bu yüzden mutluluk duyduklarına kendini inandırma çabasını acımasızlık olarak değerlendiriyorlardı.Oysa ağlıyordu. Hıçkıra hıçkıra… Hiç ağlamadığı kadar… Onları ancak böyle sevebildiği için… Ancak böyle bütünlükleri içinde, ayrıntılara takılmadan, O’nu tehdit eden yönler bulma çabasını bir yana bırakarak görebildiği için onları…