Son gunlerde reklamlarda bir hareketlilik yasaniyor. Daha dogrusu reklamcilar bir nöbet geciriyor. Medyayla birlikte, bu ulkenin medar-i iftihari olan bu sektor, son zamanlarda birbirinden parlak fikirler barindiran bi dizi urun s.cti. Artik eski kotu reklamlari bile arar olduk. Simdikiler sanki ruh ve beden sagligi uzerinde tahrip edici etki yapsin diye tasarlanmis.
Aslinda galiba oyle diil. Yani bu reklamlar hem yapicilari hem bakicilari tarafindan basarili addediliyor. Reklamcilarin sektor dergisi Marketing Turkiye son olarak uzerinde yerinden cikarilmis bi beyin olan bazi reklam panolari ve basin ilanlari yaptirtti. Bi beyin var, etrafinda da yesillikler falan. Sadece tek bi yazi var reklamda. ‘Beyin Salatasi’ yaziyor. Yani bu heriflere lobotomi falan mi yaptilar acaba? TV’de gecen gun baska bi sey: Ayinin teki plajda sut cekiyor ve top cocuklardan birine carpiyor. Cocuk bayiliyor. Digerleri bayilan cocugun suratina gazoz puskurtuyor. Cocuk ayilip gazozu iciyor: Ayilana balon, bayilana gazoz gibi bi slogan. Ulan boyle bi reklam nasil yasak olmaz be! Evden ciktim yuruyorum. Bi baska reklam panosu. Uzerinde sise takilmis et parcalari var. Telekom reklami. Neymis, bilesik hat diye bi hikaye, bi suru hizmeti ayni anda veren bir hat. Soyle yaziyor: Sizin icin ortaya karisik yaptirttik! Nokia cep telefonu ilanlari soyle diyor: Sen de duyur sesini! Millet dolmusta habire cep telefonuyla sesini duyuruyor. Bugun Taksim civarina yapistirilanlar son darbeyi vurdu: Arkadaslik oldu mu? diye bi baslik. Sen ariyorsun arkadasin telefon parasini oduyor. Afiste bi adam bogulmak uzere ve cep telefonuyla birisini aramaya calisiyor. Ama tabii ellerini kullanamadigi icin birazdan bogulacak.
yorumlar
Medyayla birlikte, bu ulkenin medar-i iftihari olan bu sektor,
Haklısın… Ama problem şurada: Bu adamlar, “halk tuttuğu için” böyle ywşk reklamlar yapıyorlar.
Tıpkı, halk tuttuğu için Ztar, Vatan gibi geyik gazeteler yapmaları gibi.
Yoksa onlar, Yeni Yüzyıl türü gazeteler, Fransız yeni dalga sinemasında tadında reklamlar yapmayı da bilirler. Halk parayı bu türe harcadığı anda, onu da yaparlar. Ya da yapacak adamı bulurlar.
Problem daha derinde yani.
Ama bu iki sektörün, ywşk’lık katsayısında, diğer bütün sektörlere en az iki kat fark attığı doğru.
ama işte, bir süredir, halka neyi tutması, neyi beğenmesi gerektiğini dikte etmeye başladılar. ne normal, ne komik, ne cool, bu bilgiler hep buralardan geliyor..
… gormedim ama, yukarda okudugum reklami garip bulmadim, aksine ho$uma bile gitti.
yoksa icime habis medya ruhu mu girdi?
buna benzer reklam tartismalari olmustu yine..
ben inanmiyhorum, “halk bunu istiyor” lafina, aksine bize neyi nasil isteyecegimizi bilinc altimiza yerlestiriyor herifler, tipki rusya’daki 25.kare olayi gibi..
Beşiktaş’ta bir binanın yan duvarında kooocamaaann bir icetea reklamı var. Devasa bir adam icetea kutularının üzerine oturmuş meditasyon yapıyoo. Eeee?..
demek istiyor herhalde. Lipton ice tea kutusunun değişik kullanım biçimlerini internetteki birkaç kaynaktan gördüğüm için hiç ilginç gelmedi. Halk bunu istiyor diye bir savunma olamaz. Halk ne verirsen onu alır. Ama öküz bakışlı seyirci onlar için daima daha karlıdır. Bir reklam dikkatimi çekti benim de: Saray halı. Mutlu bir aile, çocuk halının üzerinde misket oynuyor, herkes mutlu. Bir gün eve haciz geliyor ve halıyı alıp götürüyorlar. Anne kahroluyor, çocuk hırs yapıyor. Çocuk büyüyüp koca bişey olunca aynı halıyı annesine alıyor. Tamamen duyguların sömürüldüğü bir reklam filmi. Zaman da çok iyi hesaplanmış, tam da ekonomik krizin içinde ne bok yiyeceğimizi bilememişiz. Bazılarıızın evine hacizler gelmiş. Buna her dilde denecek tek söz var “fırsatçı yavşaklar”. Ohaa
haysiyet
yapmamalı reklamlar. Yasak olmalı. Mesela şeker reklamları vardı. Dede ve eşi bayramda yanlız başlarına evde oturup bu şekerleri yiyolardı(muhtemelen ikincisi çekilse hastanede devam ederdi, şeker koması başlığıyla) ve acıklı gözlerle yolu gözlüyolardı. O reklam olduğu zamanlarda, bayram tatiliydi, otel rezarvasyonları iptal edilmiş insanlar kahrından hasta olmuş falan. Turizm bakanı kaldırdı herhalde reklamı. Tıpkı saray halı reklamı gibi. Aslında en sinir olduklarım Banka reklamları, şimdi yarışı yavaşlattılar gerçi ama, bir ara alakalı alakasız reklamlar çekiliyordu bankalara.
Ama en güzel reklamları G.A.G. gösteriyor. 🙂
devami niteliginde bir reklam daha vardi.
bu defa evlatlari ziyarete geliyordu, o ic gidiklayici muzik de daha bi mutlu haldeydi.. 🙂
“Halk ne verilirse onu alır” mı gerçekten? Yoksa “halk istediğini mi alır”?
Ben bu halkın o kadar da masum olduğuna pek inanmıyorum.
“Burası Türkiye, yok öyle” türü reklamlara bayılıp, reklam ajanslarına zorla faşizan reklam kampanyaları hazırlattıran da bu halk. Yoksa, çoğu ywşk olsa da, entel dantel adamlardır reklamcılar; onlara kalsa, Avrupa sineması tadında reklam filmleri yapmak isterler.. Ha, faşizan değil de, “sanatsal” reklam yapsalar bir şey değişir mi? Tabii ki bi b.k değişmez, o ayrı konu..
Bu, işin reklam ayağı. Bir de medya ayağı var ki, ortam itibarıyla ywşk kelimesi yetersiz kalıyor diyeceğim, ama bir sürü arkadaşım var orada, onlara ayıp olacak.
En azından şunu söyleyeyim: Reklamcılar, Türkiye’nin içine bilmeden sıçıyorlar. Medya ise, bütün o “seçimlerde şunu destekleyelim, sonra o da bizi şöyle desteklesin..”, “şöyle halk işi bir gazete çıkartalım, sonra o halka seçimlerde kime oy atmasını söyleyelim” numaralarıyla, Türkiye’nin içine ince ince planlayarak sıçıyor.
Hayır benim anlayamadığım konu, büyük Türk büyüğü köşe yazarlarının, patronu hangi siyaseti, hangi hayat biçimini pompalıyorsa, iki dakkada o olayı benimsemesi, o uğurda döktürmeye başlaması..
Kardeşim senin patronun, senin yayın yönetmenin, gerçekten inandığı için değil, para için, iktidar için savunuyor neyi savunuyorsa.. Sana ne oluyor ki, ne gaza geliyorsun iki dakkada ya???
Satırlarıma burada son verirken, selam eder fakat şunu da söylemek isterim: Hayatta mühendis, doktor, öğretmen, yazılımcı falan olmak lazım, bulaşmamak lazım gazetecilik gibi, reklamcılık gibi onursuz mesleklere.
Reklamcilarin aslinda daha kaliteli isler yapabilecekleri ve fakat halk bundan anlamaz diye tapon urunler ortaya koymalari diye bi sey yok. Bu heriflerin capi bu kadar. Aradabir gordugumuz ve hosumuza giden reklamlar ise ya yabanci orijinlidir ya da araktir.
Medyada da benzer bi vaziyet vardir: “ulan su patron elimizi ayagimizi tutmasa ne bicim gazte yapariz be!” Sonra soyle devam ederler: “ama halk anlamaz abi”.
Evet, halk simdi yaptiklari gazeteleri cok iyi anladigi icin toplam satislar 3 milyon civarinda uzun yillardir.
Saray Hali reklami hakikaten cok asagilikmis, gormemistim. Bugun bi basin ilani gordum. Turksel’in Hari Potir’a benzetmeye calistigi sinir velet gozukuyor. Laflar soyle: “Cepten odemeli ara! Mesela Babani ara! O odesin! A-um!”
Aynen boyle. Ne diyim, a….-…..um.
bu turkcell basketbol şampiyonasına felan sponsor olunca ve de arada “sponsorum ben sponsoorrr aloooo ? “diye günde 10 yüz bin milyon defa salak salak a….. …..um :)reklamları verince bunnarı vergiden mi düşüyor nedir abi ya ? bu kadar fazla reklam vermenin bu kadar para harcamanın başka bir mantığı olabilir mi ? sonra da turkcell olaraktan biz geçen sene zarar ettik açıklaması yapıyorlar ???
sayesinde bu yukarda yazılanlar olduysa ( uçak biletleri iptal ; rezervasyonlar güm ) iyi olmuş . bide o reklamla millet Laço tayfayı tanıdı bu da iyi
vergiden düsmüyolar,kıçımıza sokuyolar.yapilan her salak top kaybında, (ki hepsi salakçaydı) önce oyunculara,sonra her molada reklam veren ntv ye,bi bok bilmeyen kosova dallama ve baturalp dallamaya küfredip durdum.sonra aklıma şu geldi.yeni gsm ler rekabet diye bissürü indirim yaparken turkcell dallama bindirme yapıyor.paralar nereye?acaba diyorum turkcell amerikaya bahis oynadı da bizim oyuncuların götünü kaldırıp (ki kaldırdı) bok gibi oynamalarını mı sağlamak istedi (ki öyleyse başardı).
hani ne kadar soz varsa dune ait ya… hani simdi yeni seyler soylemek lazim ya… allahtan herkes hicbiseyin degilse bile bunun farkina vardi artik. yani bahsi gecen, aslinda kokleri eskilere dayanan ve bircok kisinin kafasinda pozitif izlenimlere sahip olan bir urunun reklami olan bu zavalli reklam, bence farkli olmak adina yola cikilmis ama yarim kalmis bir cabanin adeta gozle gorulur hali gibi… eh malum, mevsim yaz (idi yakın zamana kadar) ve bu pazarin reklam iletisiminde bir hareketlilik var. fanta, yedigun, fruko her gun tv ve radyolarimizda turlu sloganlar ve yuzlerle bas gosteriyorlar. camlica da geri kalmak istememis besbelli… ama projeye yeterince ozen gostermemis, ciddiye almalislar bana kalirsa… ama ben derim ki ne olursa olsun: “Her musteri, hak ettigi filmi alır.” Yani eger reklamveren olacak sahis/lar bu filmi onaylamamis olsalar, biz de bu kadar cene caliyor olmayacaktik.
son olarak: evet reklamciligin savunulacak, ovunulecek bir tarafi yok. ama ne dersek diyelim reklamcilik, zaman icinde hizla aglarini dunyanin en ucra koselerine kadar yayan serbest pazar ekonomisinin yadsinamaz bir gercegi… ve her ne kadar kufur etsek de farkinda olmadan her birimizin hayatlarini etkileyen, bilincli ya da bilincsiz, ihtiyacimiz olan urunlerin mesajlarin bizlere iyi veya kotu yollarla iletmeyi basaran bir meslek…
sadece artik insanlar reklamdan, sokakta, tvde, gazetede, posta kutusunda, alisveris merkezlerinde, arabalarin ustunde, statlarin etrafinda ne goze ne de kulaga hitap eden seyler gormekten sikildilar.
o yuzden ben derim ki, rahatsiz etmeden, goze ve kulaga iyi gelecek sekilde yapildigi surece reklam son derece gerekli ve aslinda hayatlarimiza hosluk katacagi bile iddia edilebilecek, faideli bir pazarlama koludur.
(reklamciyim diye soylemedim!)
Televizyonda bir ana haber bülteni izlediğinizi düşünün.. 1 trafik kazası haberi, evleri yıkılan gecekonducu feryatları, yoksulluk, sefalet, savaş ve ceset görüntülerine bir yarım saat katlandıktan sonra saçlarına nazar boncukları takmış “mutlu” kızların “hep bakacaklar” güveniyle salınışını, daha sonra “trendy and friendly” ev hayatında minik kedisiyle mutlu gencimizi ve birkaçtane daha buna benzer görüntüyü izlediniz. Ve hayata döndünüz! “O kadar da kötü diilmiş herşey” dediniz. Dilinize Elidor jingle ı takılı dolaştınız bi süre. Reklam bir aldatmacalar dizgesidir. Olmayanı hiç olmayacağı gibi pazarlayabilmeyi hedefler. Burda sadece “beyin salatası” sloganından irite olmak ya da bir dizi berbat reklamdan rahatsız olmak yalnız başına birşey ifade etmez. Çünkü zaten ne kadar başarılı olursa olsun bir aldatmacayı pazarlıyordur. Savaşın ortasında bile olsanız coca cola içince müthiş serinleyeceğinize sizi inandırmaya kararlıdır. Durum o kadar kötü olmasa da, herkesin dolce gabbana mankenlerine bir çift boxer la dönüşebileceği iddiası taşır. Başlı başına yalandır. 1994 civarı yıllarda calvin Klein ın, henüz reşit olmayan 40 kilo çocuk mankenlerine yalnızca bir atlet ve eskimiş bir kot giydirerek hastalıklı bakışlarla billboardlara salması “eroin bağımlısı olursanız Kate Moss gibi görünebilirsiniz” mi diyordu?
1920lerde kadınların sigara içme “özgürlüğünü” kazanmasıyla Marlboro’nun acilen “Mayıs kadar yumuşak” (Gündüz Vassaf, Cennetin Dibi; syf:34) sloganıyla piyasaya sürülmesi Marlboro gibi oldukça tok içimli bir sigara için aldatmaca değildir de nedir..
Sonuç olarak reklamlar beynimizi varolmayan imajlarla süslemeyi hedefler. Tüm bu imajlar için de hedef kitleleri belirler. “Ayılana gazoz bayılana limon” roman havasıyla çamlıca gazoz arasında da bağlantı vardır. Çamlıca mahalle bakkallarının nispeten ucuz gazozudur. Ülker satın alınca bu berbat reklamı da yayınlayıvermiştir. Eminim de hedeflediği kitleye ulaşmıştır.
Sonuç olarak zaten baştan içinde korkunç bir çaba taşıyan reklam sektörünün yaptığı şeyleri, imajıyla değil temsil ettikleriyle eleştirmeyi daha faydalı buluyorum ben.
doğru, halk ne istiyorsa o veriliyor. halkın bunu neden isterdiğine dair farklı tespitler yapılabilir, “beynimize sokulmuş” diyebiliriz, “halk öküz” diyebiliriz” ben ikincisini diyorum. ama öküz doğmamış olabilecekleri ihtimaline karşı, eğitim ile ilgili problemlerimiz olduğunu düşünüyorum. belediye otobüslerinde azardık orta okul dönemi, amcanın biri “evladım size okulda öğretmiyorlarmı, ne bağırıyonuz” türünden bir şey dedi, “otobüs dersimiz yok amca” demiştim, devam ettik azmaya. ama şimdi düşünüyorumda, ilkokulda öğretiyorlardı sanki bir şeyler, ailede öğretiyorlardı. toplum şekillendiriyordu falan. yinede eksik kalanlar oluyor işte. sonuç olarak evrim aşamamızı öküzden ileri götüremeyip, tren niyetine izliyoruz televizyonu.
Bi yanlis anlasilma olmasin. Yani reklamlara kategorik olarak karsi cikmak anlamsizdir. İyi reklam son derece iyidir. İyi yapilmis bi reklamin buyusune kapilip o markayi veya urunu sevmek, almak isteriz. Reklamin sosyolojisi uzerine dusunup, pazar ekonomisi, kapitalizm vs. gibi cozumlemeler yapip, sonra da “irite olmaya gerek yok, bak bu yuzden oluyor, o yuzden boyle” gibi cıkarsamalar yapmayi istemeyiz. Neden? Cunku bunlar zaten elemanter seylerdir. Her seferinde bu suzgecleri kafanize gecirerek dusunurseniz,
giderek kendi ifadenizi (eger varsa) kaybedersiniz. Bu sik gorulen dusunce (ve dolayisiyla ifade)bozuklugunun en belirgin ozelligi, her konuyu ‘bu sistem’e baglama ve sosyalisto-sosyolojist tesbitler yapmaya calisma halidir.
çıkarsamalar yapmak, toplumun bir şekilde parçası olan bireyi, nasıl olacakta kendi ifadesinden uzaklaştıracak? yaşadığın toplumun işleyiş şeklini yada o anki durumunun o şekilde olmasının nedenlerini irdelemek, çıkarsamalar yada deneyler ile gerçekleştirilebilir, tarihe bakılabilir, başka yöntemler geliştirilebilir… peki bunlardan herhangi birini seçmek neden insanı kendi olmaktan uzaklaştıracak? her hangi bir süzgeçi geçirmekle, kendi süzgeçini geçirmek arasında fark var sanıyordum ben.
var. Herhangi bi suzgeci gecirmek yerine kendi suzgecimizi gecirelim demistim zaten. Deney, tarih, cikarsama vs. hepsine ihtiyacimiz var. Ancak basvurdugumuz referanslari her asamada sorgularsak kendimizce bisey diyebiliriz. Bu ornekte, reklamin bir aldatmaca oldugu onkabuluyle dusunmeye baslarsak, bunu kanitlayacak bi suru uygulama bulabilir ve bu dusunusumuz icinde kendimizi hakli ve konforlu bulabiliriz, hissedebiliriz. Ama bu durum, bizi bi baska anlamda korlestirir ve beynimizin bu bilgiyle ilgili kismini disariya kapatir. Aslinda bazi seylerin farkinda oldugumuzu saniriz ama oyle diildir. ‘Bu sistem’ bazi genellemeler ve sentetik yaklasimlarla karsi gundelik hayatin kaotik secenekleriyle beslenmektedir. Hal boyle olunca biz de her durumu ayri ayri dusunmek zorluguna katlanmali ve her ayri durum icin farkli ifadeler bulmaya kendimizi zorlamaliyiz. Dna’mizin kombinasyonunda suphesiz gunumuzden cok cok eskilere uzanan bazi ‘giris’ler vardir. Ve yine suphesiz bunlar daha sonradan edindigimiz ‘edinilenler’den daha kiymetlidir; yani bizizdir. Dolayisiyla bir ‘yontem secmek’ ya da bi ‘dunya gorusu’nu benimsemek bizi kendimizden daha da koparacaktir.
bile, olaylara genel bir bakış açısının sakıncalı olmadığını düşünüyorum. bakış açısından kastımızın ne olduğuna bağlı olarak değişir bu aslında. şüpheci yaklaşım yada şüphecilik, bir bakış açısı bir dünya görüşü olarak nitelendirilebilir, bu durumda, bu bakış açısı, diğer bakış açıları tarafından, eksik yanları bulunmak suretiyle kötülenebilir. ilk filozoflar, farklı bakış açılarının, birbirleri ile tartışarak, eksiklerini, yanlışlarını ortaya çıkartabileceğini ve en doğruya ulaşılabileceğini kabul edip, öyle davranarak, bugün, “ben şuyum, ben buyum” diyen adamların, “şu-luk ve bu-luk” larının temellerini attılar. bu filozoflar, iyi bir yöntem izlemişlerdi ve bir çok konuyu çözümlemekte başarılı oldular, şimdinin genç kısmı, kendisine bir bakış açısı hazırlamak yerine, hazır bakış açılarını kullanarak, kalıplaşıyor, evet. ancak kendi hazırladığı bakış açısı ile bakanlar, daha az uyuyor kalıplara. her nekadar kendi bakış açını oluştursanda, bir kalıbın içine sokulabilirliğin, hiçbir zaman “0” olmuyor, hep bir tarafa yakın oluyorsun, ancak bu, “hazır kalıp” düşünmekten çok daha iyidir. dna’mız bizi, düşünce bazında ne kadar etkiliyorsa, edilinenlerde o derece etkiler kanaatindeyim, özel durumlarda bile böyle olduğunu düşünüyorum. einstein’ın beyni ve onu kullanma oranı ile ilgili açıklamar sonucu, onun hep, insan üstü bir yaratık olduğu düşüncesi oluşsada, sıradan doğup, edindikleri ile kendisini geliştirdiğini düşünenlerdenim. sanırım, edinilenler konusu, bizi daha çok ilgilendiriyor bu reklam konusunda. çünkü hiç bir insan evladı, öküzlüğün, insana doğuştan enjekte edildiğini iddia edecek kadar vahim durumda değildir zannımca. tartışılacak şeye, her ne kadar düşman olsakta, objektif olmamız ilk şarttır. yoksa bülent ersoy*‘un kıçını uzaylıların yaptığını iddia edecek kadar körleşebiliriz. ben, reklamcılık ile ilgiliyim, günümüzde bir çok reklamın, çok başarılı olduğu kanaatindeyim. burada hakkında çokça konuşulan, 12 dev adam maskeli garanti reklamının, amacına ulaştığı kesin. reklam, bir ürün yada hizmet’i pazarlama amacı ile yapıldığına göre, herhangi bir şekilde, o ürün yada hizmet hakkındagündem yaratarak başarılı olabilir. konunun özünden uzaklaşmış olmam muhtemel, aynı zamanda dağınık bir yazı oldu sanırım. ancak şu koşulda daha iyisini yapabilecek durumda değilim.
*: yazıyı yazan dienekes’in körleştiğini falan ima etmedim, önceden okuyup aklımda kalan bir yazıydı ve açıklamaya çalıştığım durumu iyi ifade eden esprili bir yaklaşım olduğu için linkledim.
Baby700, iyi yazıyorsun, hoş yazıyorsun, fakat kusura bakma ama şu ifaden var ya:
“Reklamin sosyolojisi uzerine dusunup, pazar ekonomisi, kapitalizm vs. gibi cozumlemeler yapip, sonra da “irite olmaya gerek yok, bak bu yuzden oluyor, o yuzden boyle” gibi cıkarsamalar yapmayi istemeyiz. Neden? Cunku bunlar zaten elemanter seylerdir. Her seferinde bu suzgecleri kafanize gecirerek dusunurseniz,
giderek kendi ifadenizi (eger varsa) kaybedersiniz.”
bu ifadeyi yazdığın anda dünyanın dört bir yanında konu üzerine kafa patlatan ‘ağır abileri’ (Bilimadamları, şu, bu..) s.kne takmadığını deklare etmiş oluyorsun.
“Bilim denilen şeyi iplememekte fayda var” tarzı post modernist bir yaklaşım mıdır seninki, yoksa hafiften bilgisizlik mi, bilemem..
size gore iki ihtimal varsa Kaptan Bey, ikincisini tercih edicem: hafiften bilgisizlik.
reklamlarla ilgili içeriden birisinin itirafları için mutlaka okuyun derim. Bu arada kitabın adı 3900 idi. İlk baskıdan kısa bir süre sonra develüasyondan dolayı 4900 adında ikinci baskısı yapıldı. Şimdi 9900 olmuş.
“Selam. Adım Octave. Bişmem nereden giyiniyorum. Reklamcıyım. Yani size boku satan adamım. Hep masmavi gökyüzü, yemyeşil ağaçlar, kusursuz vücutlu kadınlar, photoshopta rötuşlanmış hayatlar. Beyninizin sağ tarafı bana ait. Yarın ne giyeceğinize, kime aşık olacağınıza ben karar veririm. Hayallerini kurduğunuz, zar zor biriktirdiğiniz paralarla istediğiniz arabayı aldığınızda ben onu çoktan demode etmiş olacağım. Bizim sektörde kimse sizin mutlu olmanızı istemez. Çünkü mutlu insanlar tüketmezler.” Şeklinde bir girişi vardı kitabın. Konu ile alakalı olması itibari ile paylaşmak istedim.
Bu da düşmanını tanı’dan