web sitenizin fakir persona non grata’sından…ortalık toz duman… kulaklar ve kalpler ötekine sağır.sap ile saman her daim olduğu veçhile arap saçı…kavram karmaşası ile mefhum çetrefilliği el ense çekmekte…nobel’li zatın romanlarını kenarından köşesinden okuyan zevat ile o. p.’nin romanlarına değinen yazarların fikirlerinden devşirme yorumlarlara sarılan ahalinin kör topal vaziyette nobel isimli fili tarifi akla ziyan neticeler içinde…olmaz ki, böyle de uçulmaz ki! önemli olan “konmaktır” abilerim! böylesi forumlarda yorumlar fışkırtmak gibisi de yok valla!karışan yok, görüşen yok, küfür etme özgürlüğü ta dibine kadder! ünlü-ünsüz sataşamadığın kalem erbabı yok anasını satiim!edep erkan hak getire! en galiz küfürlerle boşalt içini!kabızı, ishali (ben olüyürüm!), sıçan moklusu, kazuratı anaconda ebatlısı… yaz allah yaz!ruhlara, beyinlere entelekt bir kenef, teşbihte hata olmaz kabilinden, bu tür “yorum” arenaları… şööle şuracığa… sıkıştım da… sıra bende az bi’şeycik!milliyetçi hissiyatlarla efelenmekten yana değilim. edebi değeri için ahkamımın sınırlarını bilecek kadar aklım başımda.özdemir ince’nin itiraz noktasını bilemiyorum. yazıya başlamadan önce araştırmadım.ama tahsin yücel’in itiraz noktalarını biliyorum.edebiyat eleştirmeni değilim. yazı dilinin ahım şahım bir yanı yoktur benim için. dahası kuru ve boyutsuz olduğunu da düşünürüm. roman sanatına getirdiği bir buluş falan da yok görünürde.e ulan, hem bi haltı bilmem diyorsun, ne demeye nobel jürisine çamur atıyorsun, demeden önce bi durunuz aziz kaarilerim!bir binanın çatısının yamuk (pamuk, değil!) olup olmadığını anlamak için mimar olmaya gerek yoktur!o.p. bu ödülü “türkler bir milyon ermeniyi ve otuz bin kürdü” öldürmüştür çıkışıyla hak etmiştir. bu ödül ona kutlu olsun!bu, sadece onun ödülüdür!o.p.’nin açtığı bu yoldan bakalım kimler geçecek, göreceğiz.new jersey imamı ve ısıtılan halife projesinin nezih ve “gülen” simasının kanatlarında huzuru bulan, hitabeti donuk bit palas sakininin gelecek yıl nobel’i kucaklaması bu hokkabazlığı taçlandırır diye düşünmekteyim.ispanya’daki iç savaşta m. unamuno’ya, siz hangi tarafı tutuyorsunuz diye sormuşlar: hangisi yenilirse ondanım, demiş.o.p. ise n’apıyor?! global finans çetelerine tek lafını duyan var mı bu beyin? amerika’nın ırak’a demokrasi götürme martavalına tek laf etmişliğini duyanınız var mı?şöyle okkalı bir yumruk kabilinden sert bir demecini?…ara ki bulasın! yok, bulamazsın!iktidar sahiplerinin yanında olmak için, “güçlü”nün önünde el pençe durmak için “suskun” olmak yeter!o.p. ve e.ş. gibiler global canilerin eteğinin dibinden ayrılamazlardı ve ayrılamadılar! hedayesi nobel!neymiş… o.p. fransa’yı eleştirmişmiş… ah canıııım!sen, aynı radikal çıkışı, sen aynı sert çıkışı fransa ve ağababalarına yapsan da, sendeki aydın namusunu görebilsek! fransa geleneklerine yakışmamışmış…tepkiye kitakse! yemezler orhan’ım, pamuk’um yemezler…dezenformasyon destekli basının güttüğü birkaç üniversiteli yarı-aydını yanına alıp, işte türk’ün gücü ve bilmemne masallarıyla günü kurtarırısın belki ama bu derin projenin ardındaki kabala esoterizmini benden ve de özellikle yalçın küçük’ten kaçıramazsın!yalçın küçük’ten çok önceleri kitap adlarındaki “renk”ler dikkatimi çekiyordu. kırmızı’nın yahudi mistisizmindeki yeri için yalçın küçük’e müracaat ediniz.yalçın küçük’ü beğenirsin ya da beğenmezsin ama araştırıyor, deşiyor… kafana soru işaretinin çengelinitakıyor mu, takıyor… araştıracaksın o zaman!cevdet bey ve oğulları h. hesse’in buddenbrock ailesi’nden…beyaz kale’nin “leitmotive”i ise tam anlamıyla bir intihaldir.adını hatırlayamadım. araştıran bulacaktır.”k/ar” ise yine ibrani okültizmine açık bir göndermedir.y. küçük’ten nakil: amerika amerika diye ölen, her haltını referans gösterme aşkıyla yananlar, neden new yorker’daki eleştiriyi de “demokratlık” olarak yayınlamadılar?romanları için beş para etmez, yazmış mr. updike.atlantic mountly de yerin dibine sokmuş bizim nobel’limizi…edebi açıdan verilmedi bu ödül beyler! bunu böylece bilin.o.p.’nin ezilenlerin yanında olmayışı benim açımdan kriterdir.ve diyelim; türkler onun savladığı gibi o kadar sayıda insan öldürmüş olsun…fransa’nın cezayir’i için ne diyorsunuz bay pamuk?amerika’nın ırak’ı, afganistan’ı için kafanızı hangi amerikan bezine sokmaktasınız?nobel de bir nevi “örovizyon” benim açımdan. bir aydın, elbette ülkesindeki tarihi gerçeklere çomak sokabilir, namuslu aydın tavrı, gerçeklerden ürkmemeyi gerektirir.osmanlı’da homoseksüellik varsa, vardır. üstünü örtemeyiz.ermenileri öldürmüş müyüz? öldürmüşsek, bununla da yüzleşmeliyiz. kürtleri de mi öldürmüşüz… tamam, ona da eyvallah! gerçeklerin reddi bu tür sahte kahramanların vücud bulmasına yarar sadece.o.p. aynı hassasiyeti küresel finans-kapital haydutları içinsergileyemediği için gözümdeki aydın namusununkıymet-i harbiyesi sıfıra sıfırdır!muktedir olana yaltaklanan (ses çıkarmamak da onaylamaktır) aydının bu tür yerel ve nobel’lik çıkışlarının benzerlerini kundera’da da, soljenitsin’de de gördük…aydın namusu denen bir kavram var. bunun içeriğini iyi bilelim. o.p.’nin memleketindeki üstü kapattırılmaya çalışılantarihsel olaylara bir el atmasının neticesi ortadadır.son söz: bu yemek daha çok su kaldırır.ıııınnnhh! oohh, rahatladım yav!
yorumlar
ben hepsini okuyamadım ama sonunda rahatladigin icin sevindim gercekten
yahu ne yorum yazılırki bu yazıya:) ölmek istiyorum…tek birşey söyleyebilirim; yeni topun hayırlı olsun ara sıra bizide oynatırsın inşallah:)
DÜZELTME-AÇIKLAMA-EKLEMEmaddi bir hataydı: buddenbrock ailesi’nin yazarıthomas mann’dır. özür…beyaz kale’deki (ç)alıntı, Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati – 16. Yüzyıl’da Türkler’e Esir DüşenBir İspanyol’un Anıları, Fuat Carım.”on altıncı yüzyıl osmanlı’sında, istanbul’da esir kalmış bir ispanyol gök bilimcinin kaleme aldığı, 1950’lerde bir kütüphanede şans eseri bulunarak basılan kitaptır.”kardeşim, adam nobel’i kaptı karalamaya çalışıyorsun(uz), minvalinde konuşacaklara da şunu belirtmek isterim.zamanında; yani nobel’limize henüz “işaret” verilmemişkentahsin yücel ve özdemir ince ile birkaç “bağımsız” edebiyat eleştirmeni o.p.’nin “intihal” vakasını yazmışlardı.üstelik düpedüz “ifade bozukluğu” içeren cümlelerinden de örnekler verilmişti.bay “papyon”un ve şürekasının kültürel oligarşik tutumundan ötürü bu tip eleştiriler ve saptamalar güdük ve kadük kalmıştı maalesef.bilinsin ki, bu eleştiriler ve saptamalar nobel sonrasında çıkmamıştır. yıllar öncesinden yazılıp çizilenleri tekrar ifşa etme hadisesiyle karşı karşıyasınız sadece.milleti bu kadar da enayi yerine koymaya hakkı yok kimsenin!
“Fala inanma, falsız da kalma” derler. Aynı şeyi Yalçın Küçük için de söylemek gerek. Çünkü kılavuzu karga ve Yalçın Küçük olanın, burnu … kurtulmaz. (Haklı bir eleştiri için link: http://ismailaksoy.blogcu.com/2564397/ )Yalçın Küçük’ten naklederek, Mr. Updike’ın “romanları için beş para etmez” yazmış olduğunu ifade ediyorsunuz. Mr.Updike böyle bir şey yazmamıştır. (Ne mutlu bize ki, Mr.Updike’ın yazısı Türkçe’ye de çevrilmiştir.Link: http://ismailaksoy.blogcu.com/2564338/ . İngilizce bilmeyen ben de Mr.Updike’ın ne yazdığını ve Yalçın Küçük’ün nasıl yüzü kızarmadan yalan söylemiş olduğunu böylelikle öğrenmiş oldum).Mr.Updike’ın yazısının Türkçe çevirisini aktarıyorum. Görüleceği gibi, Mr.Updike Orhan Pamuk’un “romanları için beş para etmez” diye yazmamıştır.Anadolu ArabeskleriGünümüz Türkiye’sinin Modernist Bir Romanıhttp://www.newyorker.com/archive/2004/08/30/040830crbo_books?currentPage=1Yazan: John UpdikeÇeviren: İsmail Haydar Aksoyhttp://www.antoloji.com.tr/ismail_aksoyOrhan Pamuk’un yeni romanı “Kar” (Türkçe’den Maureen Freely tarafından çevrildi; Knapf; $26), modernist genleri oldukça fazlasıyla barındırmaktadır. Proust’un “Geçmiş Zamanı Anımsama”sı gibi, yeniden oluşturulan bir hafızanın merkezindeki mekanizmayı barındırıyor ve kendi kompozisyonunu oluşturma vaadiyle bitiyor. Romanın kahramanı, bir şair, Ka adı altında anılıyor. Kafka’nın “Şato”daki K’sine bir gönderme olduğunu görmemek çok zor olsa gerek. Romanın çerçevesi, bahtsız taşra kenti Kars’tır – “kar” sözcüğü “kar” demek olsa da, Kars günümüz Türkiye’sinin kuzey doğu köşesinde, Ermenistan’a yakın bir yerdir. Kars, 1386 yılında Timurlenk tarafından tahrip edilmişti, ve ondokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında Rusya’nın egemenliği altındaydı. Dağlarla çevrili kentin karla kaplı olduğu 4 telaşlı gün boyunca, Thomas Mann’ın “Sihirli Dağ”daki sanatoryumunun tartışmayla dopdolu mikro kozmosu, Dostoyevski’nin “Ecinniler”deki adı söylenmedik “kentimiz”in öldürücü soluğu hissedilir. Postmodernizmin afili tini de Pamuk’un çetin anlatısının gölgelerini ve sarmal merdivenlerini de sıklıkla ziyaret etmektedir. Pamuk, İtalo Calvino gibi, örüntü oluşturma tutkusu içindedir; Joyce’un Dublin konusundaki takıntısı gibi, Pamuk, Kars’ın haritasını çıkarıyor ve diagramsı bir kar tanesi şeklinde Ka’nın 19 adet şiirini sıralıyor orada. Her küçük çukurcuktaki anaforda merakla akmamakta değildir “Kar”. Raymond Queneau gibi, Pamuk da yeteneklidir, ışıklı, absürdist bir dokunuşla, bu aldırışsız ve kaotik evrende gülünç olana dek, artık hiçbir konuyu içermeyene dek uzattıkça uzatır hikâyenin gülünç konusunu. Gerçek olmayan gerçeklik cezbetmiştir O’nu, sahte gerçek, teatral performans, ve “Kar” politik bakış açısında, yanılsama ve gerçekliğin şaşırtıcı bir şekilde birbirine dolandığı, Kars Millî Tiyatrosu’ndaki iki gecelik performansta konumlanmıştır.Protest ve bildirinin hızla melodramatik klişelere dönüşerek eskidiği, halk vakaları komedisi, günümüz Türkiye’sinin bazı trajik gerçekliklerini kaplamaktadır: fırsat yoksunluğu işsiz erkekleri sonsuzca kıraathanelerde televizyon seyretmeye yöneltir; Kemal Atatürk tarafından 1920’lerde temeli atılmış laiklik ile politik İslâm’ın yakın zamanlardaki yükselişi; kadınların başörtüsü sorununun yakıcılığı; Batılılaşmış bir elit ile dinci yığınlar arasındaki kültürel uçurum. Coğrafik olarak, Türkiye hem Avrupa’da hem de Asya’dadır; Türkiye’nin tarihi Osmanlı sultanlarının şanlı emperyal bir bölümünü de içerir, uzun bir gerilemeden sonra, Atatürk döneminde laik, çağdaşlaştırıcı bir devrimi de. Oradaki gelenekte yalnızca fes ve türban takılmaz, fakat İslam karşıtı Ordu’nun üniforması da giyilir.Almanya’da politik sürgünde 12 yıl kalmış, 42 yaşında, bekâr bir İstanbullu olan Ka, 20 yıl kadar önce kısa bir ziyaret yaptığı Kars’a, bir arkadaşının gazetesi için, bölgede salgın halinde genç kadınlar arasında vuku bulan intihar olaylarını araştırmak ve haber yapmak ve üniversiteden sınıf arkadaşı güzel İpek’i aramak amacıyla gelir. Ka’nın öğrendiğine göre, İpek kocası Muhtar’dan ayrılmıştır. Muhtar da, Belediye Başkanlığı’na adaylığını koymuş, eski bir tanıdıktır. Bu seçim, izleyen günlerdeki diğer karmaşıklıkların ve karakterlerin gerçek bir tipisi altında gömülmüştür. Giderek bozulan mimarisi, daha önceki Ermeni ve Rus sakinlerinin şiirsel rayihasıyla Anadolu, Amerikan okuyucuya bir masaldaki adlar gibi yabancı gelecek Türk isimlerini taşıyanları şeneltmektedir: İpek, Kadife, Zahide, Sunay Zaim, Funda Eser, Güner Bener, Hakan Özge, Mesut, Fazıl, Necip, Teslime, Abdurrahim Öz, Osman Nuri Çolak, Tarkut Ölçün, ve (Ka’nın gizli tuttuğu tam adı) Kerim Alakuşoğlu.Kendisinin güncel olarak üstlendiği gazetecilik rolünde, Ka yerel bir bakış açısının izini sürme imkanı bulur, sıralarsak (kendisine “eğer mutsuzluk, intihar için gerçek bir neden olsaydı, Türkiye’deki kadınların yarısının kendilerini öldürmeleri gerekirdi” diyen) vali muavini, yumuşak huylu din hocası Şeyh Saadettin Efendi, yasa tanımaz terörist Mavi ve İpek’in kız kardeşi, kadınların şereflerini göstermeleri için en sonunda intihar etmelerini öneren başörtüsü takan Kadife: “İntihar ettikleri an, bir kadının nasıl yalnız olduğunu ve bir kadın olmanın gerçekte ne anlama geldiğini, en iyi anladıkları zamandır”. Ka’nın ziyaretinin ilk zamanlarında, İpek kısaca durumu özetler: “Erkekler kendilerini dine veriyor, ve kadınlar kendi kendilerini öldürüyor”. Nedenini sorduğu zaman, “acele cevaplar için kendisini sıkıştırarak bir yere varamayacağını anlatan bir bakış”la yanıt veriyor. Fakat sorun, dört yüzden daha fazla sayfa boyunca, daha etkili bir şekilde canlanan konular tarafından soluklaşıyor: Ka’nın dirilen şiirler yazabilme yeteneği; Frankfurt’ta sürgündeki bir Türk şairi konumunda marjinal bir varlık olarak kendisine katılması amacıyla İpek’i kendisiyle evlenmeye ikna etmesi konusundaki çetrefil seferberliği; Kars imam hatip lisesinde birçok genç öğrenciyle (Necip, Fazıl) kendisinin ve diğer Avrupalılaşmış Türkler’in zorunlu olarak ateist olup olmadıkları hakkındaki tartışmalar; ve, hikayenin en çok trajik-komik düğümünde, şiddet yanlısı bir Kemalist (laiklik taraftarı, politik İslam karşıtı) darbe, karla kaplı belediyede, tecrübeli gezgin aktör Sunay Zaim tarafından planlanıp sahnelenir.Başörtüsünü yasaklayan bir eğitim görevlisinin öldürülüşüne Kars’taki ilk gününde tanık olan Ka, çok yönlü entrikaların içine giderek daha fazla karışmaktadır ve bir heyecan romanının kahramanı gibi mekik dokumaktadır; fakat kendisine yüksek bir gücün şiirler dikte ettiğiyle meşgul olan bir kulağı olduğundan ve kendi belirsizlikleriyle sürekli kaygı duyduğundan ötürü, böylelikle kendisine inanılmaktadır. Tanrı’ya inanıyor mu yoksa inanmıyor mu? Mutluluk ulaşmaya değer mi? İpek’le esrik bir ara bölümden sonra, “en büyük mutluluk güzel, akıllı bir kıza sarılmak ve bir köşede oturup şiir yazmaktır” diye karar verir. Fakat bu sıradan çıkarsama bile şüphelerinin altında eriyip gider: Frankfurt’ta “ezen, ruhu mahveden bir acının mutluluklarını yiyeceğini” önceden sezinler. Ve başlıca terörist eylemi görünüşe göre kadınları baştan çıkarmak olan yakışıklı Mavi, “mutluluğu arayan insanlar asla bulamazlar” diye garanti verir kendisine.Titrek, Türk değişkenliğinin somut hali olarak, Ka’nın yansıması, bir İkiz’i olduğunu öğreniyoruz. “Romancı Orhan” birinci kişinin sesini giderek artan bir konuşkanlıkla ve mevcudiyetle üstlendiğinde, bir yakın-ikiz kazanıyor Ka (bu yazarın yakın-ikiz konusunda bir zayıflığı var, birbiri içine geçen erkekler, “Beyaz Kale”deki on yedinci yüzyıl İtalyan kölesi ve onun Müslüman efendisi, ya da bu romandaki Necip ile Fazıl gibi). Sonra ortaya çıkıyor ki, Orhan, Kars’a arkadaşı Ka’nın serüvenlerini araştırmak amacıyla dört yıl sonra seyahat etmiş. Anlatının alt-metni sofistike ve itibar kazanmış bir yazarın tez araştırması –şaşırtısı- olarak meydana çıkar milletin geri kalmışlığında, önyargısında, ve sefaletinde. Ka’nın iç vaziyetleri olan –aralıklarla gelen ilham saadetinin, erotik fethin romantik düşlerinin, çocukluğun bakirliğine duyulan yoğun nostaljinin, İslam’ın doğru olduğu ve Tanrı’nın var olduğu yönündeki değişken duygusunun- dünyanın ekonomik ve politik verileriyle ne bağlantısı olabilir? Onunki İslam’ı hizmetçilere terk eden ve hoş sokağa çıkma yasaklarıyla ve radyodan yayınlanan askeri müzikleriyle askeri darbeleri bağra basan sosyal sınıftır. Ka’nın arkadaşı ve rakibi Muhtar, polis tarafından dövüldüğünde, “Ka, Muhtar’ın bu dövülmede kurtuluş bulduğunu tasarımladı; ülkesinin aptallığı ve sefaletinde duyduğu tinsel ıstıraptan ve suçluluktan kurtarmış olmalı kendini”. Ka’nın birden doğaçlanan ondokuz şiirinden alıntılanan dizeler yalnızca şunlardır:Kollarına almak için annen bile gelse cennetten,Kötü niyetli baban bir gece anneni dövmeden gitmesine izin verse bile,Hâlâ meteliksiz kalacaksın, donacak kakan, ruhun solacak hâlâ,umut yok!Kars’ta yaşamaktan ötürü yeterince mutsuzsan, tuvalette kendi kendinin sifonunu çekebilirsin.Mutsuz olan, gene de, itiraz eder: politik bir toplantı sırasında, patetik, komik, sevimlice mücadele verilerek Frankfurter Rundschau’ya bir demeç tasarlanırken, hararetli genç bir Kürt haykırır, “Aptal değiliz biz, yalnızca fakiriz!” Devam eder, “Bir Batılı fakir bir ülkeden gelen birine rastladığında, derin hor görü hisseder. Fakir adamın kafasının içi ülkesini sefalete ve ümitsizliğe saplamış saçmalıklarla doludur diye varsayar”. Yazarın kendisi, kendi ifadesiyle “belki de… hikâyemizin kalbine” vararak, sorar:Daha derin ıstıraplardan, daha büyük mahrumiyetlerden ve kendi bildiklerimizden daha da ezici olan hayal kırıklıklarından ötürü acı çekmişleri, ne kadar anlayabilmeyi umut edebiliriz? Dünyanın zengin ve güçlü olanları kendilerini geri kalanların ayakkabıları içine soksalar bile, etraflarında bulunan zavallı milyonlarca acı çekeni gerçekten ne kadar anlayabilirler? Öyleyse, romancı Orhan, şair arkadaşının zor ve acı dolu hayatının karanlık köşelerine dikkatle baktığında: Gerçekte ne kadar görebilir?Böylelikle estetik ve özel tutku Ka için can alıcı geri dönüş yolu, bir anlamda politika üstü olur. Hayal ürünlerine imkan tanıdığı gibi, bir toplumu birleştirir empati. Fakat zengin ve güç sahibi, bir zaman tasarımladığı gibi daha az şanslı olanın ayakkabılarına mı düşürmeli yolunu, rotasını değiştirmeli ve sahip olduklarını terk mi etmeli, Buddha’nın ve İsa’nın tavsiye ettiği gibi? Ve eğer böyle yaparlarsa yeterince iyi olur mu? Anlaşmazlıklar, sınıflar ve milletler arasında değil, fakat sıklıkla birbirlerini çok iyi anlayan gruplar arasında çıkmıyor mu? Aynı ödül için yarışıyorlar, aynı ülke için, aynı kaynakların kontrolü için. İmgelemlerimize Türkiye’deki halihazırdaki koşullar düşse bile, kapsamı, tarafsızlığı ve nüktedanlığı güçlü Pamuk’un vicdanla dolu ve dikkatle yapılmış romanı bizleri kışkırtmamaktadır. Kars darbesi yapıldığında işsiz gençlik arasındaki şevk, kuru bir yazar yorumuna yol açar “Dün geceki olayların, ahlâksızlığın ve işsizliğin artık hoş görülmeyeceği yeni bir çağın başlangıcına işaret ettiğini düşündüler görünüşe göre; sanki ordunun kendilerine ayan beyan iş bulmak için müdahale ettiğini düşünmüşlerdi”. Böylesi gerçekçi yazgıcılık, ve “bütün sanatların kaynağı gizli müziği dinlemek” olan şairin vazifesi ve “hayatın gizli bir geometrisi olduğu”na inanmak, “Kar”ın kanlı ideolojik mücadelelerini süzmektedir. Daha umursamaz olabiliriz, fakat çok fazla da olamayız. Rahatsız edici bir şekilde müzakereci, düzenbaz, eylem adamı rolüne saplanan, sürükleyen hayaletimsi bir varoluşu bulunmaktadır Ka’nın; en nihayetinde acı çektiği kararlı eylemi hangisidir, en azından benim için belirgin değil. Büyülenmiş gibi güzel ve akıllı İpek için beslediği aşk da kapsayıcı olamamakta. Belki izleri Heminway’da bulunabilecek muammamsı bir soğukluğu bulunuyor sevgililerin aralarındaki konuşmalarının:“İslam hakkında bize öğretilen her şeyi öğrendim, fakat sonra unuttum. Şimdi İslam hakkında bildiğim her şeyi Çağrı filminden biliyorum – Anthony Quinn’in oynadığı film, biliyorsun”. Ka gülümsedi. “Çok zaman olmadı Almanya’da Türk kanalında gösterildi- fakat, ne hikmetse Almanca olarak. Bu akşam buradasın, değil mi?”“Evet”.“Çünkü sana şiirimi yeniden okumak isterim”, dedi Ka, not defterini cebine koyarken. “Güzel olduğunu düşünüyor musun?”“Evet, gerçekten, güzel”.“Onda güzel olan nedir?”“Bilmiyorum, güzel sadece”, dedi İpek. Gitmek için kapıyı açtı. Ka kollarıyla sarmaladı onu ve ağzından öptü.Maureen Freely’nin çevirisi akıcı ve baştan sona anlaşılır olmasına rağmen, Türkçe okunması daha iyidir belki. Eğer zaman zaman “Kar” cılızlaşmış ve donuk görünüyorsa, unutmamalıyız ki, günümüz İslam dünyasındaki fikir hürriyetine ve gerçekleri aramaya karşı yürütülen sansürcü fanatikliğin cani savaşından ötürü de, baş örtüsü ya da dinsel inanç konusunun çapraşıklığından ötürü de, Türkiye’de dürüstçe yazmak cesaret gerektirmektedir. Görece olarak genç, elli iki yaşındaki Pamuk, bu ülkenin Nobel Ödülü için en isabetli adaylığına hak kazanmaktadır, ve İslam’ın son galibinin yakın suikastını aklından geçirmiş olmalı. Büyük bir eser üretebilmek açıkça rahatsızlık verici ve kışkırtıcı olarak şaşırtıcıdır, ve yazarın alışılmış kadim eğiliminin tohumuna rağmen, zaman ve mekan kurgusu ile konusu bütünüyle çağdaştır, sanatın bazen onun en tarafsız icracılarını ziyaret etmesinden cesaret alıyor.
“yalçın küçük’ü beğenirsin ya da beğenmezsin ama araştırıyor, deşiyor” diye yazmışsınız. İsmail Haydar Aksoy’un yazısını ve Mr.Updike’den yaptığı çeviriyi okuduktan sonra, Yalçın Küçük’ün araştırmadığını gördüm. İnsanların İngilizce bilmemesinden faydalanarak, gelişigüzel yalan söyleyebilmektedir Yalçın Küçük. Yalçın Küçük’ün yalancılığını deşifre eden, Aksoy’un yazısını aktarıyorum.Kaynak: http://ismailaksoy.blogcu.com/2564397/Bir Yalçın Küçük EleştirisiYazan : İsmail Haydar Aksoyhttp://www.antoloji.com/ismail_aksoy15 Ekim 2006 tarihinde yayınlanan “Kalemler ve Kılıçlar” programında (http://www.youtube.com/watch?v=_Qz0PUeT_VY), Yalçın Küçük, Orhan Pamuk’a Nobel Edebiyat Ödülü verilmesi vesilesiyle, noktası virgülüne kadar aktarmaya çalıştığım şu sözleri söylemiştir: “Şurda iki dergi getirdim. Bir tanesi Monthly. Atlantic Monthly. Amerika’nın en entellektüel dergisidir. Bir tanesi de The New Yorker’dır. O da Amerika’nın. 2004 yılının sonunda. Burada. İki tane. Bir tanesinde, New Yorker diye bir dergide, bunları göstereceğim, “Anatolian Arabesque” diye bir yazı çıktı. Updike diye Amerika’nın en önemli eleştirmenlerinden birisidir. “Gavur parasıyla beş para etmez” dedi. Ve bir de söyleyeyim: “çeviride de, herhalde İngilizce’sinden hiçbir şey anlamıyoruz. Türkçe’si iyidir”. Çeviriyi Maureen Freely yapmış. Maureen Freely. Burada yazıyor. Okuyorsunuz. Maureen Freely, Türkiye’de, dünyada ilk defa, yakın zamanlarda, Sabatay Sevi üzerine kitap yazan John Freely’nin kızıdır. Her şey Roma’ya çıkar. (Gürkan Hacır: “Her yol Roma’ya çıkar”). Her yol Roma’ya çıkar. “Beş para etmez” diyor. Ve burada çok önemli. Şimdi geleceğiz. Açmayacağım. Ama, ama Türkiye’deki edebiyatçılar var mı? Utansınlar bugünden. Amerika’nın en önemli dergisi yerle bir etti. Bir tek dergide, bir tek gazetede haber olmadı. Utansınlar. Bu da, Monthly, Atlantic Monthly’de. Bunları niye alıyorum? Bu, ben okumadım, Kars’ta, Kar’da. Kar da İbrani bir sözcüktür. Oraya girmiyorum. (Gürkan Hacır: “Siz ordaki Ka’ya da işaret ediyorsunuz”). Ka. Bütün roman kahramanı Ka imiş. Şimdi bunlardan bir tanesi. Ey millet! Türk milleti! Bakın. Bu diyor ki, bu Ka’yı çözemedik. Eleştirmenler çözemiyor. Ka’yı diyor, bir ihtimale göre. Okuyorsun, değil mi? Ka, Kemal Atatürk olabilir diyor. Roman kahramanı. Bir ihtimale, onu da okuyor musun? (Gürkan Hacır: “Kurdistan and Armenia”). Tamam, sen cesursun. Ben o sözcüğü söyleyemiyorum. Ben söylediğim zaman beş yıl veriyorlar. Ha, onu söylüyor. Bu zavallı da, zavallı dediğim sempatiyle, Updike da, “bu Ka nerden çıktı?” diyor. Ka, biraz Kafka’da da var diyor. Her ikisi de beş para etmez diyorlar. Türkçe’sini belki anlarız diyorlar. Mistik olduğunu söylüyorlar. Ve ama, dünyadaki iki büyük eleştirmen, bu Ka’yı çözemediler. …”Yalçın Küçük, John Updike’ın adını ve yazdığı yazının başlığını zikrettiğinden ötürü, The New Yorker adlı derginin 30 Ağustos 2004 tarihli sayısında “Anatolian Arabesques – A modernist novel of contemporary Turkey” adlı yazıyı bulmak çok zor olmadı.(http://www.newyorker.com/archive/2004/08/30/040830crbo_books?currentPage=1)Yalçın Küçük’ün adını ve yazdığı yazının başlığını zikretmediği öbür “büyük” eleştirmenin Atlantic Monthly’de yazdığından ve yazısında “Ka”nın “Kemal Atatürk” ya da “Kurdistan and Armenia”nın kısaltılmışı olduğu ipucundan hareket ederek, bu eleştirmenin adının Christopher Hitchens olduğunu tespit ediyorum. Atlantic Monthly’nin Ekim 2004 tarihli sayısında Hitchens’in yayınladığı yazının başlığını da “Mind the Gap” olarak tespit edebiliyorum. (http://www.theatlantic.com/doc/200410/hitchens).Christopher Hitchens, John Updike’a oranla Orhan Pamuk’a daha eleştirel davransa bile, ne Hitchens ne de Updike, Yalçın Küçük’ün iddia ettiği gibi, “gavur parasıyla beş para etmez” anlamına gelebilecek sözler söylememektedirler.Yalçın Küçük’ün özellikle zikrettiği (ve sempatiyle “zavallı” dediği) “büyük” eleştirmen John Updike, “beş para etmez” demek şöyle dursun, Orhan Pamuk’un romanını aşırı derecede övmektedir. Orhan Pamuk’un “Kar” adlı romanının “modernist genleri oldukça fazlasıyla barındırmakta” olduğunu ifade ederek, Pamuk’u Proust, Calvino, Joyce gibi yazarlar ayarında bir yazar olarak değerlendirmektedir Updike. Pamuk’un “Kar” adlı romanını övme konusunda o kadar coşuyor ki Updike, şunları söylüyor: “Proust’un ‘Geçmiş Zamanı Anımsama’sı gibi, yeniden oluşturulan bir hafızanın merkezindeki mekanizmayı barındırıyor … Pamuk, İtalo Calvino gibi, örüntü oluşturma tutkusu içindedir. Joyce’un Dublin konusundaki takıntısı gibi, Pamuk, Kars’ın haritasını çıkarıyor. … Raymond Queneau gibi, Pamuk da yeteneklidir”.“Maureen Freely’nin çevirisi akıcı ve baştan sona anlaşılır olmasına rağmen, Türkçe okunması daha iyidir belki” diyor yazısında John Updike. Oysa Yalçın Küçük bu bölümü “çeviride de, herhalde İngilizce’sinden hiçbir şey anlamıyoruz. Türkçe’si iyidir”, “Türkçe’sini belki anlarız diyorlar” şeklinde aktarmaktadır.Yalçın Küçük’ün John Updike’ın yazısını yukarıda alıntılandığı şekilde zikretme biçiminin gerekçesi aşağıdaki bazı olasılıklardan biri ya da bir kaçı birden olabilir:1) Yalçın Küçük, John Updike’ın ne yazdığını anlayabilecek düzeyde İngilizce bilmiyor olabilir. John Updike’ın, Orhan Pamuk’un “Kar” romanını övdüğü yazısını yanlış anlayarak, John Updike’ın Orhan Pamuk’u yerden yere vurduğunu sanması olasılık dahilindedir.2) Yalçın Küçük, John Updike’ın yazısının yalnızca başlığını ve Maureen Freely’nin adının geçtiği bölümü, çok hızlı bir şekilde okuyarak, bir yorumda bulunmuş olabilir. Tabii, bu olasılık, Yalçın Küçük’ün İngilizce bildiğini, fakat eksik bildiğini farzetmektedir. Şöyle ki: Yalçın Küçük’ün bildiği İngilizce, yazının başlığındaki “Arabesques” sözcüğündeki ince farkı ayırt edemeyecek düzeyde olabilir. İngilizce’deki “arabesque” sözcüğüyle, Türkçe’de “arabesk” denilince akla gelen yoz müziğin hiçbir ilgisi olmadığını, Yalçın Küçük bilmiyor olabilir. Bu yüzden de başlıktaki “Arabesques”i, Türkçe’de “yoz müzik” anlamında kullanılan “arabesk” sözcüğü olarak algılamış olabilir.“Arabesque”, İslam sanatında, özelikle cami duvarlarını süslemek amacıyla kullanılan önemli bir unsur anlamına gelmektedir. (“Arabesque” örneği aşağıdaki linkten görülebilir: http://en.wikipedia.org/wiki/Image:Arabescos_en_la_Alhambra.JPGJohn Updike’ın yazısının başlığında “Anadolu Arabeskleri” diye geçmektedir. Updike, yazının içeriğini de göz önünde tuttuğumuz zaman, Orhan Pamuk’un “Kar” adlı romanının birbirine eklemlenmiş bir çok katmandan oluştuğuna gönderme yapmaktadır.“Arabesque”in İngilizce’de de bir müzik terimi olarak kullanıldığını belirtmeliyim: Klasik Müzik’te “arabesque” demek, zarifçe birbirlerine eklemlenmiş küçük “piyano yapıtı” demektir. Schumann ve Debussy’nin de aralarında olduğu bazı besteciler tarafından bu terim kullanılmıştır.3) Son olasılık şudur: Yalçın Küçük, aslında John Updike’ın ne yazdığını anlayacak düzeyde İngilizce bildiği ve yazıyı okuyup anladığı halde, burada İngilizce’siyle bir “misinformation” (“kasıtlı olarak yanlış bilgi verme”) söz konusudur. Bu olasılığın doğru olmamasını temenni ediyorum. Aksi takdirde, Yalçın Küçük adına çok çok utanacağımı belirtiyorum.Yalçın Küçük hakkındaki bu eleştiriye burada nokta koymak istiyorum. Edebiyat hakkındaki yorum yapabilme düzeyi belki de Doğan Hızlan’dan da daha düşük olan, İngilizce yazan “büyük” eleştirmen John Updike ile hesaplaşmayı bir başka zamana bırakıyorum. Tabii kötü romanları okuyabilme sabrını gösterebildiğim zaman, Ferit Orhan Pamuk’la da hesaplaşmaya girişeceğimi şimdilik bildirmekle yetiniyorum. (John Updike’ın yazısında geçen Pamuk alıntılarını, İngilizce metinden çevirdim. “Kar” romanını okumadığım için ve şimdilik okumayı düşünmediğim için, özgün metinde nasıl olduklarını bilmemekle birlikte, Türkçe’den Maureen Freely’nin İngilizce’ye çevirdiği ve John Updike’ın yazısında bulunduğundan ötürü, İngilizce çevirisinden benim Türkçe’ye çevirdiğim bölümler, belki Ferit Orhan Pamuk’un yazdığından daha güzel olabilir. Ferit Orhan Pamuk’un çevirilerinin, Türkçe özgün metinlerden daha iyi olduğunu sanıyorum).Yalçın Küçük’ün sempatiyle “zavallı” dediği, benim ise sempati göstermeden zavallı dediğim “büyük” eleştirmen John Updike’ın yazısının tamamını üşenmeden çeviriyorum. Başlığı “Anadolu Arabeskleri” olarak bırakıyorum. Fakat, arabesk sözcüğünü okurken, okurlardan “arabesque” terimi için yazdığım açıklamaları göz önünde bulundurmalarını istiyorum.ismail aksoy.