Doğru yerde ve doğru zamanda baksak ya birbirimizin gözlerine ,anlaşmak için konuşmadan sessizce işaret beklesek,Dışardan çok komik gözükse, anlaşmamız bitince ne yaptığımızı ne dediğimizi anlatsak etraftakilere,Anlatınca gülseler; sonra dünyamıza dönünce ve biz gene gözlerimizin içine girince, birden ciddileşseler, önümüzde saygıyla eğilseler…Aynen bu durumun yaşandığı bir konserden çıktıktan sonra dedim;Doğru yerde doğru zamanda ve herkesin önünde gözlerimizin içine baksak ya…Aklım detaya kaydı sonra;Sahnedekilerden birinin elinde 1928 yapımı bir mandolin, diğerinde henüz sekiz yaşında bir gitar.Minicik bir mandolini dev gibi bir adam tutuyor elinde. Aletle başa çıkacağım diye süzülüyor büzülüyor; kumaş pantalonu otururken neredeyse dizlerine çıkmış ve kocaman cüssesi narin bir sandalyenin üzerinde yer kaplarken, elinde tuttuğu alet öyle komik duruyor ki… Mandolinin sivrisinek gibi vızıldayan sesiyle, adamın geniş ağzından çıkan babacan sesinin oluşturduğu çelişki ise bir diğeri.Ama işte, hayattaki tüm çelişkiler, usta ruhların profosyonelliğinin sergilendiği büyüleyici ışıkların gölgesinde kalsa ya… dedim.İlkokul öğretmenim geldi sonra aklıma, tembellerin kafasında kırmızı kalem kırardı, kafa derisindeki terler kırmızı kalem boyasıyla birleşti mi kan gibi şakaklardan akardı… Mandolin çalardı ilkokul öğretmenim de, ayakta; hatırlarım mandolinin ince sesini yakıştıramadığımı can yakan ellerine, küçücük çocukların üzerinde kurduğu diktatörlüğüne…Müzik nasıl da okunuyor diye geçirdim ardından; sahnedekilerin,birini kaçırsalar hayatlarından sanki bir yıl gidecekmişcesine benimsedikleri notaları gözbebekleriyle takip hallerini gözümün önüne getirince. Okumaktan sıkıldığımızda okumaktan çok bağımsız bir eylem olarak algıladığımız müzik dinleme halimizin, okumayı bir başkasına devretme işleminin ta kendisi olduğunu vurguladım kendime; bir çocuğun annesinin ağzından dinlediği bir masal gibi, yani içten okumanın çocuk için kabul görmediği ve çocuğun henüz masalı oluşturan harflerden bir haber olduğu ama ona anlatılanı kafasında kocaman bir hayal gücüyle şekillendirdiği gibi aynı, hangi notadan çalındığı bilinmeyen ama gözleri kapayıp dinleyince dünyaları önümüze seren müzik dinleme hali. Anlamsızlığın ve sorgulamamanın en kabul gördüğü bir hal yani. Biri okusun karşında, hem de hata yapmamak için öylesine efor ve itinayla ve sen uzat ayaklarını, onun aslında ne okuduğu, ne dediği ile zerre kadar ilgilenmeden kendini dinle.. Birinin ya da birilerinin sarfettiği olağanüstü performansa inat, uzak ayaklarını, bir çay demle ve herkesi it ellerinle-her kim sana birşey anlatıyor ise- sade kendini dinle…Dinle ama ne ile…? Masalların didaktik yanı müzikte de kendini gösteriyor, insan ne kadar toy ne kadar hayatta iz bırakmış yada hayat onda iz bırakmış, gözlerini kapayınca yüzleşiyor. Öyle güzel bir yüzleşmek aslında, sadece senin sana öğretebileceğin ve öyle güzel görmek, zorunda olmadan hissederek keşfedeceğin.Ama keşfettim ki bugün, ben daha ayakları havada kocaman bir toyum.Müzik şahane, ortam şahane, kapatıyorum gözlerimi,; onu getiriyorum gözümün önüne basit kaçıyor şunu getiriyorum anlamsız, bir ötekini, çok sıradan. Karar veriyorum, sözsüz müziklere konduracağım kayda değer aitliklerim yok, kulaklarıma altın tepsilerde sunulan altın melodilerin değerli sahipleri yok…Olmamış meğersem. Tüm herşeyim herkesinki gibi; sözsüz müziklerde ruhumun eline alacağı bir kağıt bir kalem yok; yol gösteren kelimeler olmadığı vakit beni bana götürecek bir pusulam yok.Kısacası yani, sözlerden ayrışan müziklerin içimde bütünleştirdiği birşey yok, yoktu bu akşam.Sola çevirdim kafamı, saçları çoktan ağarmış bir adam, kapamış gözlerini, çoktan uçmuş; yüzündeki çizgiler bile birbirleriyle raksa tutuşmuş. Öyle hafif bir hali vardı ki, seçe parmağımla taşırdım onu sanki…Böyle zamanlardan sonra anlıyor insan;Hissetmeye çalışıyorsan zorla, epey toysun daha.Ellerimi götürdüm yüzüme, henüz sezinleyebildiğim daha bir çizgim bile yok.