”Ömür herkese verilir ama herkesin yaşadığına hayat denmez” demişti Murathan Mungan bir söyleşisinde. Peki bir ömür içerisinde ne kadar hayat yaşayabiliyoruz gerçekte? Gökkuşağı kıvamında yaşamamız gereken çocukluk dönemimiz, kendi içimizde bir sürü sorunla boğuşmaya başladığımız ergenlik dönemimiz ve hayatın ”prime time”ı olan gençlik dönemimizi neler harcıyor, neler yok ediyor? Haftanın beş gününü okullarda kalan iki gününüde saçmasapan ödev ve sınavlara hazırlıklarla geçirdik. Ne elde ettik? Liseden sonra birde üniversite sınavı çıktı karşımıza. Süreç içinde kendimizi kaybettik. Bunalımlar, depresyonlar yakamızı bir an olsun bırakmadı. Peki kazandığımızda ne oldu? Cehaletin yeni bir versiyonu olan üniversitelerde özgür mü olduk, var olmanın anlamını mı öğrendik, çok mu geliştik. Kocaman bir hayır.Hayatın duygusal ve sosyal ayrıntılarına dair hiç birşey öğretilmedi bize ve bizler büyüyünce o yüzden bu kadar afalladık. Sistemin ‘hayatımızı çalma operasyonu’ hep devam ediyordu ve hepimiz bu filmin sıradan figüranları olmaya şartlandırıldık. Sistem öyle olmamızı istiyordu çünkü. Kör ve sağır. Tek derdimiz anlamsız dersler, tek amacımız ‘başarılı’ olmanın tanımı olan o berbat sınavları geçmek olsun. Çünkü hayata karışırsak olmazdı, sistem nasıl beslenirdi sonra. Gezmek, eğlenmek, gülmek, aşık olmak, farklı ilgi alanları edinmek bizim neyimizeydi, oturup ders çalışmalıydık. Hadi herşeyi dondurarak eğitim hayatımızı bitirdik diyelim. Gelelim iş dünyasına. İş bulabilmek için yırtınırken o kadar ömrümüzü verip hayatımızı çalan eğitim dönemlerimizin bir faydası olsun istedik. Ama bunun hiçbir öneminin olmadığını gördük. Hadi işe girdik diyelim bir şekilde. Sonrası? O çok bilmiş büyüklerimiz ‘hayat yeni başlıyor evlat’ deyip sinirlerimizi bozarken, sistem ‘olduğun yerde kal, gösteri bitmedi’ diyecektir bize. Haftanın en az beş günü ortalama günde on saat çalış. Lütfedilen tatil günlerinde de yorgunluktan kımıldayama ve uyu. Buna karşılık komik bir para al ve hayatını sürdür. Biraz geliri iyi olan işlerde de kazandığını harcayacak zamanı vermedikleri için bunun da bir anlamı kalmıyor zaten. Boşuna göz boyanmasın.Doğanın bozulduğu, hayatın yanlış tanımlandığı ve bu tanıma göre düzenlerin kurulduğu bir yeryüzünde yüzyıllardan beri besin değeri düşük formüle hayatlar dayatılıyor hepimize. Peki kim kurdu bu sistemi ve neden hayatımızı paramparça etmesine göz yumuyoruz. Neden bu kadar kör bir farkındalık ve duyarsızlık içindeyiz. Saçmasapan bilgiler sisteminin eğitim diye yutturulup hayatımızı çalmasına, çalışmanın bilinçsizce kutsandığı bir iş ortamı yaratıp hayatımızı tüketmesine neden izin verdik, veriyoruz? Sorgulamak, karşı olmak, çözüm üretmek, değişimler yaratmaya çalışmak bu kadar mı zor. Eğer bunu bize okullarda ev ödevi diye verselerdi inanıyorumki çözerdik biz bu durumu, çünkü ödevdi-yapılması gerekirdi. Bunu yaşam ödevi olarak göremedik ne yazıkki. ”Genç insanlar delirip dünyayı başınıza yıkmıyorlarsa bu, hep çocukların affetmesindendir büyükleri. Büyüklük göstermelerindendir yani” diye yazmıştı bir yazısında Ece Temelkuran. Ama artık ‘büyüklük’ göstermenin zamanı geçmedi mi sizce?