Yolda…Kadıköy’den kalkan otobüste oturacak yer kalmamıştı. Dayanamadı, Fenerbahçe civarında otobüsten indi, yürümeye başladı denize doğru… Aklında hala nerede duyduğunu bir türlü çıkartamadığı o cümle vardı. Can sıkıntısıyla yaşamaya alışmak gerektiğini düşündüğünde, farkında olmadan suyun kenarına ulaşmıştı. Banklar vardı sahil boyunca, insanlar vardı… Nerede duyduğunu hatırlayamadığı o cümle şimdi biraz gerilere çekilmiş, kafasını daha dünyevi meseleler işgal etmeye başlamıştı.İşten erken kaçmıştı. İlk baştaki düşüncesi erkenden eve gidip, yatağına yatmak ve uyumaktı. Bütün düşüncelerden, bütün dünyadan uzakta, odasının alacakaranlık sıcağında uyumak… Oysa bir çok şeyde uzun zamandır yaptığı gibi daha yarı yoldayken bu fikir de ona eskisi kadar çekici gelmemeye başladı. Şöförden kendisini Eminönü’nde bırakmasını istediğinde de vapura binip Kadıköy’e geçmek gibi bir fikir yoktu aklında. Yine her zaman olduğu gibi bir son dakika kararıyla, girmek üzere olduğu Mısır Çarşısı’nın kapısından dönmüş ve vapura binmeye karar vermişti. Yeniden kendine geldiğinde Caddebostan’a kadar yürümüş olduğunu fark etti.“Bilmek lanetlenmektir…” bunu nerede okuduğunu hatırlıyordu; Şahmeran’ın Bacakları…“Susmaksa ihanet…” ama bunu nerede okuduğunu, nerede duyduğunu ve dahası iki cümleyi neden tek bir cümleymiş gibi düşündüğünü bilmiyordu:“Bilmek lanetlenmektir, susmaksa ihanet.”İçini çorak topraklara, kül ve cüruf yığınlarıyla dolu ölü bir toprağa çeviren bu hissi, “Varoluş sıkıntısı” diye isimlendirmek de işe yaramamıştı. Bir zamanlar bereketli pınarların fışkırdığı, aşkın gönlünce boy atabildiği bu topraklar artık sonsuz bir karanlığın hükmü altına girmişi. Ve gönlünde, evreninde artık herşey içe doğru yanıyor, içe doğru parlıyordu.“Ex-plosion yok artık senin için, im-plosion’a hazırlan” dediğinde o ukala bankacı kadın, ne demek istediğini anlamamıştı. “Implosion’muş” dedi öfkeyle. “Kıçımın kenarı. Siz önce kendi dilinizi konuşmayı öğrenin”. Neydi acaba Implosion’un Türkçesi..?Sonra yıllar öncesine gitti aklı. İtalyan sevgilisi Linda ile yaptığı Türkçe alıştırmalarını. Çok güzel bir yaz geçmişti, upuzun bir yaz. Portofino’da, Pasagetto del’Amore’da elele gezmelerini bugün bile tüm ayrıntılarıyla hatırlıyordu. Evlenmemekle hata mı etmişti Linda’yla. Ya da sonra üç fırtınalı yılı birlikte yaşadıkları o esmer güzeli spiker kızla… Sonra o kızın kirpiklerine takılıp geçmişin yarı aydınlık koridorlarında dolaşmaya bıraktı kendini. Her şeye rağmen hala burnunda minik bir sızıyla hatırlıyordu sarı-sıcak burçak tarlalarını hatırlatan o kadını…Suadiye’ye ulaştığında aradan ne kadar zaman geçtiğini düşünmekten artık vazgeçmişti. İlkbahar’ın son günleri bunlar diye geçirdi içinden. Oysa daha Nisan’ın sonuna yeni gelmişlerdi.Kent çıldırmıştı. Son birkaç yıldır ilkbahar kalmamıştı pek. Sadece bir kaç gün boyunca esen serin ve huzur dolu rüzgardan anlıyordu artık baharın geldiğini. Sonra o munis mevsim yerini kentin yapış yapış yaz sıcağına bırakıyordu. “Offf, sıkıldım. Yaz gelsin artık” diyen insanları da hiç anlamıyordu. Ne zaman bu sözü duysa “Sanki Florida’da yaşıyoruz anasını satiyim. İşten çıkıp havuza, denize dalabiliyoruz da yaz gelsin istiyorlar!” diye kendi kendine söylenmeye başlıyordu.Sahilden yukarı Şaşkınbakkal’a doğru yürümeye devam etti. Hava artık kararmış, Cadde’nin kızları erkekleri için piyasa vakti gelmişti. Caddenin kıyısına ulaştı. Işıklardan karşıya geçti ve yukarı Kazasker’e doğru yürümeye başladı.Telefonu cebinde minik bir balık gibi titrediğinde kalbinin de bir titremeye tutulduğunu söylemem gerek. Çünkü son günlerde yüreğini girdiği o demir kasadan çıkartabileceğini umuduğu biriyle tanışmıştı. Buna tanışmak denirse tabii. Üç yıl aynı yerde çalışıp ancak bir kaç hafta önce konuşmaya başlayabilmişlerdi. Kirpikleri kelebek kanatları kadar hafif bir kadın. “Kirpiklerini ok eyle, vur sineme, öldür beni” Kelebek kanatlarıyla ölmek nasıl olurdu acaba..?Bir kaç hafta önce, o akşam bir birlikte bir kahve içmeyi teklif ettiğinde ve dahası kabul ettiğinde bir an olanlara inanamamış, “Bu gerçek değil, gerçek olamayacak kadar güzel” diye düşünmüştü. Sonra o eski kocakarı inançları… “Ardından gelecek olan kötülük, bir uğursuzluk, bir vebal boynunda taşıdığın…”Hakikaten de uğursuzluk yine terk etmemişti onu. En yakın yoldaşıydı. Gündüz hayalinde, gece düşünde. Düşte bile lanetliydi. Gece boyunca kadın ona bilmem kaç yıllık ilişkisinin ne kadar kötü gittiğini anlatıp durmuştu.Taş kesilmişti önce; sonra hiç bir ilişkinin kara kedisi olmamaya ahdettiği için birkaç adım geri çekilmiş ve başka konulardan bahsetmeye çalışmıştı. Panik içinde kendi hayatını, nasıl biri olduğunu, neler yaptığını, neler yapmaya çalıştığını anlatmıştı ona. Tüm bunlardan çıkarı neydi ki. Ne olacaktı? Kadın, onun içinde kıvrandığı katran dolu kuyuyu farkedip elini uzatacak mıydı? Onu oradan çekip alabilecek gücü var mıydı hem? Ayrıca bunu kendisinden başka yapabilecek biri olmadığını da gayet iyi biliyordu. Ama yine de o kadının kendisini sevmesi bir nevi arınma, bir nevi yeniden doğuş olacaktı onun için.“Ve üçüncü gün dirildi!”Ve fakat işlerin bir kez daha umduğu gibi gitmemesi karşısında yine doğru hareket edememiş, “Tamam bu defter de kapandı. Herkes kendi yoluna” demek yerine arsız ve umutsuz bir inatla peşini bırakmamıştı kızın. Ama bir de şu korkaklığı olmasa… Telefon mesajlarından ileriye gidememişti. Aslında mesajlarına ancak bir kaç saat sonra aldığı, ruhsuz yanıtlar da yeterli olmalıydı ısrarından vazgeçmesi için ama yapamadı. Yapamamasının nedenini de sürekli olarak kadının kendisine “umut” vermesine bağladı. Oysa iki iş arkadaşının ilişkisi ötesinde tek bir ima tek bir harekette bulunmamıştı kadın. Ama yine de arsızlığına ortaklık edecek birini bulmanın habis mutluluğu ile ona telefonla mesaj göndermeye devam etti…Telfonu titrediğinde gelen mesajın ondan olduğunu düşündü. Böyle bir olasılık artık kalmamış olsa bile yine de bu umut kendisini iyi hissetmesine neden oluyordu. Yoksa tam tersi mi? Umut artık onun için düşman haline gelmişti de farkında mı olamıyordu.“Umut, katlanmayı getiriyor. Umut, yetinmeyi getiriyor. Umut yaşadığım bu foseptikten kurtulmamın önündeki en büyük engel. Umut etmekten vazgeçmeliyim ki kendime, kendi gücüme ve güçsüzlüğüme güvenebileyim. Umut benim düşmanım!”Uzun zamandır aynı telefonu kullanıyor olmanın getirdiği alışkanlıkla elini sırtındaki hırkanın yan cebine soktu, telefonu oradan çıkartmadan alışkanlıkla menüde mesajları ve mesajların nasıl silindiğini buldu ve kısacık bir ereddüt anınından sonra mesajı kimden geldiğine bile bakmadan sildi.Baharın son günleriydi. Umut etmekten vazgeçmek iyi gelmişti.