Anlamsız kalmıştı yine. Onca işin ortasında o tanıdık duygu gelip yerleşivermişti içine. “Neden uğraşıyorsun ki?!” demişti ona. “Bak şu insanlara… Sana da gülünç gelmiyor mu telaşları? Sen de aynen öyle görünüyorsun şimdi. Yolun sonundaki hiçliği görmeden koşturup duruyorsun oraya doğru.”Elektrik süpürgesini açtı yine. İçindeki sesi gürültüye boğdu. Süpürgenin sesinde tüm sesler kaybolunca daha net görüyordu şimdi herşeyi. Hayır, yolun sonunda görünen şey hiç de o sesin dediği gibi bir “hiç” değildi.Geceyle gündüzün dansı gibiydi tıpkı. Anlamsızlıkla yorgunluk da onlar kadar zıttı birbirine. Ve onlar kadar bütün… Bol bol dinlenmeye fırsat bulduğu zamanlardan biliyordu bunu. En anlamsız olduğu o zamanlardan…Sırtından terler akarken, her zamankinden büyük bir anlam ediniyordu az sonraki molaya eşlik edecek bir fincan kahve. Komşu kadınla dedikodu ederken içtiğinden çok farklı, çok daha kahve gibi kokan…”Yolun sonu…” demişti içindeki o ses. Sanki görmek mümkünmüş gibi… Orada bizi bekleyenleri belirleyen kendimiz değil de bir başkasıydı sanki.Telefonun sesini zar zor ayırt edebildiğinde, elektrik süpürgesinin sesini susturmaktan zerre kadar korkmadı. Çünkü biliyordu, içindeki o ses susmuştu artık.Zihninde herşey yerliyerine oturmuş, anlamını bulmuştu. “Hak etmek”ti en büyük anlam. Güzel bir şeyleri, sonuna dek hakkını vererek elde edebilmek… Kısa süreli bir kahve keyfi de olabillirdi bu, karşındaki yüzde beliren minnet dolu bir gülümseyiş de… Çok da farkları yoktu aslında, bir hayata anlam katabilme konusundaki etkileri açısından. Tabii bazı istisnalar dışında…Mesela az önce kocasının ona telefonda “sevgilim” derkenki sesi çok daha farklı bir yerdeydi anlamı açısından. Onu hatırladığında birden siliniyordu herşey. Bir tek o ses kalıyordu geride. Hayatın tek anlamı o oluyordu.