Mary Shelly’nin romanında Doktor Frankenstein ceset parçalarını bir araya getirerek ortaya çıkarttığı yaratığa can vermeyi başarır. Ama ardından yaratık kontrolden çıkar ve önce yaratıcısını yok eder.Hepimizin bildiği bu tema teknolojik gelişmenin hız kazandığı 20 yüzyılda özellikle de kurgu-bilim yazınında onlarca farklı kitaba konu oldu. Sorulan soru hep aynıydı:İnsan bir gün, kendi yarattıklarının kurbanı olabilir mi?Bu sorunun sorulmasını haksız bulmak mümkün değil elbette. 20. yüzyıl teknolojik gelişme anlamında öylesine başdöndürücü bir yüzyıl oldu ki, insanoğlu diğer tüm gelişmelerin yanısıra bir zamanlar hayal bile edemeyeceği hedeflere ulaşmayı başardı. Bir zamanlar tanrı sandığı ve altında korkuyla titrediği, öfkesini dindirmek için kurbanlar sunduğu yıldızlara ulaştı. Bugünlerde Mars üzerinde dolaşıyor ve 10 yıl içinde Ay’da bir üs kurmayı hedefliyor. Bununla da kalmadı, kendi genetik şifresini çözdü. İlk kez bir canlıyı klonlamayı başardı. Bugün artık, dünya üzerinde bilinmeyen bir yerde “insan” klonlandığı kamuoyuna yapılan ifşaatlarla herkesin malumu.Durum böyle olunca “soruların ve soranların” sayısı da arttı ister istemez.1800’lerin sonlarında, Manchester’da, işçiler dokuma tezgahlarını kırdığında, Jacques Ellul henüz dünyaya gelmemişti. Ama 1960 yılında “Teknolojik Toplum” isimli eseriyle kamuoyunun karşısına çıkan Fransız ilahiyatçı ve filozof, yankısı yeni binyıla, hatta daha ötelere ulaşacak bir tartışmayı da teorize etti:“İnsan, verimliliği artırmaya yönelik yeni teknikler yüzünden, özgürlüğünü kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır.”Ellul, teknolojiyi eleştiren bu karşı duruşunun kendisinden 40 yıl kadar sonra, üstelik teknolojinin en önemli isimlerinden birinin ağzından neredeyse aynı kelimelerle döküldüğünü duysa neler düşünürdü acaba?Sun Microsystems’in en kıdemli bilimadamı, Java ve Jini teknolojilerinin yaratıcısı Bill Joy, 2000 yılının Nisan ayında Wired dergisine yazdığı “Geleceğin bize ihtiyacı yok” başlıklı makalesinde, içerden biri olarak, adeta Ellul’un reenkarnasyonu gibi çıktı karşımıza.Şöyle diyordu Joy:“Günümüzdeki yeni teknolojiler, insan yaşamına 20. yüzyıldaki nükleer, biyolojik ya da kimyasal silahlardan daha büyük bir tehdit oluşturuyor. Teknolojiyi, bizden çok daha üstün robot zekalar yaratacak biçimde kullanırsak, bu robotlar bizi fazlalık olarak görebilir.”Eğer bu sözleri bugüne kadar onlarca örneğini gördüğümüz kurgu-bilim yazarlarından birinin kitabında okumuş olsaydık, ya da Matrix benzeri bir filmdeki diyaloglardan alıntılamış olsaydık bu kadar ciddiye almamız gerekmeyecekti. Ama bunlar bilim kurgu yazarlarının değil, bir bilim adamının sözleri.Diyelim ki Joy’un bahsettiği tehlike, insan varlığını toptan yok etmeye yönelik dışsal bir tehlike, hatta bir olasılık. Yani bir nükleer patlama, ya da engellenemez bir salgın, insan türünün tamamını yeryüzünden silebilecek bir afet. Peki ya GENOM projesini nereye oturtacağız. İnsanın özünü, varoluşunu, yani “insan kavramını” temelden değiştirebilecek bir yeni teknoloji var artık karşımızda. “Gattaca” isimli filmde olduğu gibi “seçilmişlerden” oluşan “steril” yeni bir toplum mu bekliyor bizi ilerde?Bu tartışmayı yapanlar Ellul ya da Joy gibi isimler değil sadece. 90’ların sounda dünyada hemen hemen herkesin adını duyduğu “Unabomber” Ted Kaczynski de benzer bir itkiyle hareket etmedi mi? Kaczynski sağa sola bombalar yağdırıp, “makinelere gittikçe daha fazla bağımlı olmaya başladığımızı ve bizim onları denetim altına almamız gerekirken onların bizi denetim altına almaya başladığını” iddia ederken inanılmaz bir biçimde Bill Joy’un tezine yaklaşmadı mı?Ama her madalyonun olduğu gibi bu madalyonunu da bir “öteki” yüzü var.Şu örneği hatırlamaya ne dersiniz? Ünlü bilgin, dünyanın yuvarlak olduğunu söylediği için yargılandı. Yargılayanları bugün kimse hatırlamıyor. Engizisyon tarihin derinliklerine gömüldü ve bilim, akıl, teknoloji binlerce kere olduğu gibi bir kere daha galip geldi.Ya biz teknolojik gelişmeyi, atom çekirdeğinin parçalanmasını, yapay zeka araştırmalarını, insanın gen haritasının çıkarılmasını sorgularken kürsünün hangi tarafında yer alıyoruz? Tarihin unutulmaya mahkum ettiği Engizisyon yargıçlarının hatalarına düşüyor olmayalım sakın.Tarih boyunca milyonlarca insanın yaşamına mal olan, çiçek hastalığı, veba salgınları, (dünyanın önemli bir kısmı hala açlık sınırının altında olsa bile) tüm dünyayı kavuran küresel kıtlık gibi sorunlarımız yok artık. Bir zamanlar ötesinde deniz canavarlarının olduğu düşünülen Atlantik Okyanusu’nu 4 saatte geçmemizi sağlayacak yeni bir su altı tüneli için çalışmalar devam ediyor. Dünyanın her yeriyle istediğimiz an gerçek zamanlı iletişim kurabiliyoruz.Çıkmazımız da bu noktada başlıyor. Madalyonun her iki tarafı için de sayılamayacak kadar çok örneği ard arda sıralayabiliriz. Ama bu çaba bizi sonuca ulaştırmaktan, maalesef, çok uzak görünüyor.Bu sorulara tek bir tartışmada yanıt bulmak mümkün değil. Hatta yakın gelecekte de bulunacağını düşünmek biraz fazla iyimserlik. Ama emin olduğumuz bir şey var. İnsanoğlu durmak bilmeyen ve her adımda biraz daha hızlanan bir koşunun içine girmiş durumda. Ama bugün işimiz biraz daha kolay gibi. Frankenstein örneğinde doruğa çıkan ve son yüzyılda sıkça sormaya başladığımız sorunun yanıtı için ihtimalleri “iki”ye indirmeyi başardık:Bu koşu bugün olduğu gibi teknolojinin ya da yaratılmış olanın insana hizmet ettiği bir süreç olarak devam edebilir. Ya da insan kendi yarattığına, (yapay zeka, genetik olarak düzeltilmiş nesil, nanoteknoloji sayesinde kendini üreten makineler, bir damlası ile koca bir kenti yokeden biyolojik silahlar) yenilerek evrim teorisinin buyurduğu gibi “güçsüz tür” olarak dünya sahnesinden çekilebilir.Ama ben karamsar değilim.Çünkü hala şansımız var.Çünkü bunların olabileceğini biliyoruz.Çünkü insan milyonlarca yıldır doğanın tek şampiyonu olmayı başardı. Kendi yarattığına yenilmemeyi de başarabilir.