Elim Sende1.Tüm kapılar sonsuza dek… Bu tozlu örtüler, bir pencereden kopuk kopuk, ara ara görünen deniz parçası. Hep aynı yalnızlığın büyüttüğü o şey. O kara duygu. O alkol hali. Durgun.2.Geceleri iş dönüşleri. Bilmiyorum. Nereye gideceğimi hiç bilmiyorum. Kaç yıl önceydi, gar lokantasında bir balo vardı. En çok babam sevinmişti beni öyle büyük bir adam gibi takım elbiselerle görünce. Kâküllerim. Boynumdaki hüzünlü kelebek. Taşrada bir gar lokantası. Kar yağdı tüm anılara. Yalnızlığın yalın hali, yoksulluğun -den. Okuduğum her öyküde arıyorum o günleri.3.Bayram ziyaretleri… Herkesin bir an önce bitmesini beklediği. O sahilde şaraplandığımız şarkıların hiçbirini dinlemek istemiyorum şimdi. Her şarkının taşıdığı çağrışım, o sürükleniş, nereye gideceğimi bilmeden; ansızın Anadolu’da bir köy, ansızın “Vesikalı Yarim” filminde Türkân Şoray’ın gözleri, çoktan kapanmış, sahaflara düşmüş bir şiir dergisinde eskiden yayınlanmış bölük pörçük şiirler. Bu sonsuz çağrışımların akışındaki hız.4.Yine karakolluk oldum geçen gün. Komiserin, babamın tekel idaresinde müdür olduğu yıllardaki makam odasını andıran odasında büyük bir ayna duruyordu. Suçlanan yüzümü görüyordum orada. Kokular, sesler, gülüşler… Her şey neden bu kadar aklımda benim. Hulusi Kentmen’in oynadığı komiserlere benziyordu masabaşındaki adam ama onun gibi değildi yüzündeki anlam. Ne de olsa her şeyin para olmadığı bir zamanı yaşadılar ve öldüler onlar…“Galata Köprüsü de yandı zaten efendim,” dedim.“Ne diyorsun ulan sen?” dedi komiser.“Galata Köprüsü de yandı diyorum. Altında Aysel’le balık yiyip rakı içtiğimiz bir meyhane vardı. Karaköy’den alıp Aysel’i oraya giderdim ben. Çocuktum.”5.Aysel kırmızı ışığı hiç sevmezdi. O zamanlar peçeteler parasız veriliyordu müşterilere. Zaten işini tam göremediğinden sadece ergenlikleri kabuk bağlayan lise öğrencilerine öğretirdi sevişmeyi. Odasından, akşamları karanlık çöktüğünde, kötü ve öpüldüğünde ağızda hayat kadar acı bir tat bırakan rujların kırmızısına benzer ışıklar süzülürdü Zürafa Sokağı’na. Tüm rakı bardakları kırıktı. Beykoz’dan denize doğru bakan bir iskelenin yosun bağlayan kayalıkları gibi kokardı her şey.6.“Davacıyım,” diye bağırıyordu kadın.Attilâ İlhan’ın Aysel Git Başımdan adlı şiirini okurduk en çok. Aysel bu şiirin kendisine yazıldığına inanır, sadece bu şiiri severdi. Bir şiiri sevmek böyle bir şeydi belki.“Komiser bey davacıyım bu sapıktan, şoför bey de şahit,” diyordu kadın; makyajsız yüzü bembeyaz olmuştu sinirden, korkudan. Alyanslı güzel elleri titriyordu.Mardin’den yeni gelmiş ve tamamını Mardinlilerin işlettiği Taksim – Bakırköy minibüs hattının en genç şoförü olan kalın dudaklı delikanlı, kadını doğrular ve komisere garip bir saygı duyarcasına, “Yinge dorgu söylüyo başgomserim,”dedi.Kadın, aynanın önünde bir köşeye sinmiş, kendisine hak verilmiş olmasından memnun ama yaşadığının etkisiyle iyice dolmuş, içini çeke çeke çocuklar gibi ağlıyordu. Ben onu bu kadar üzmüş olamazdım. Çıplak yüz mumluk bir ampulün ışığına küflenmiş dosya kokularının karıştığı odada, bir de komiserin üst üste yaktığı sigaranın dumanları genzimi yakıyordu. Bu kadını bu kadar ağlatacak ne yapmıştım ben?7.Müdür bey, beni zaten babamın hatırına bu okulda tuttuklarını, aslında hasta falan olmadığımı, okuldan kaçıp nereye gittiğimi bildiğini anlatan bir konuşma yapıyordu bana. Kravatındaki çiçeği andıran küçük kahve lekesi gözümü alıyordu hep.Evimizdekinin aynısı mor kadife koltuklardan duruyordu karşımda. Boğazıma gelip bir şey saplanmıştı. Nereye gidip ne yaptığımı kimse bilmesin istiyordum; hesap vermek zorunda değildim. Öyle sanıyordum. Boğazımda koca bir düğüm.“Kim bu kadın? ” dedi.“Yok öyle biri hocam,” dedim. Belki de yoktu öyle biri sahiden. Çocuktum.8.Sinemalar yağmur kokardı her zaman. Aysel en çok Cüneyt Arkın’ı severdi. Ben de Cüneyt Arkın gibi güçlü olmak istiyordum. Üzerine giydiği takım elbiseler sımsıkı sarardı onun güçlü kollarını. Benimkilerse incecik, çelimsiz, yara bere içinde.Aysel’in tek eli hep elimde olurdu film boyunca. Yağmurda şemsiyeyi ben tutardım o koluma girerdi. Köyünden kaçıp gelmişti buralara. “Alt tarafı bir tren biletine bütün hayatımı değiştirdim ben çocuk,” diyordu bana. Bir gün Cüneyt Arkın’la oynamak en çok istediği şeydi. İyi ya da kötü kadını oynamak istemiyordu o. Derdi günü Cüneyt Arkın’dı.9.“Elimi durup dururken neden okşadın o halde eşşeoğlueşşek!” diye üstüme yürümeye kalkmıştı kadın. Polis engel oldu.“Özür dilerim hanımefendi, sizi incitmek istemedim ben.”Yıllar önce okul müdürünün odasında boğazıma düğümlenen şey, işte bugün de komiserin odasında gelip tıkıyordu sesimi. Rüyalarımda da düşer gibi olduğum zaman konuşamam zaten. İnsan rüyalarında düşer gibi olur ya. Hani uyanınca düşmüş dediği…10.Bembeyaz bacaklarını öpüyordum Aysel’in. O beyazlık kötü geçen her sınavımdan sonra parasız benim oluyordu. Hayat sınavlara benzemiyordu. Bir beyazlığa parasız yolculuk. Sadece öpüyordum. Ağzımda bacaklarında kalmış ağdanın şekerli tadı, sokaklarda iyi giyinmiş kalabalıklar olurdu. Çatıda kuşlar guruldardı hep. Biraz yukarıda Galata Kulesi. Gencecik bir bahar dışarıda.Sonra çıkıp keşkül yemeye gidiyorduk. İki yaşlı Rum kardeşin işlettiği bir muhallebici vardı. Bizi tanıyorlardı artık, içeri girip her zamanki yerimize geçtiğimizde, bıyık altından gülerek Atina’dan kız kardeşlerinin yolladığı plaktaki Mono Agapi isimli şarkıyı çalarlardı.Keşkülü fıstıklı, şarkıları hüzünlü seviyordu Aysel. On yaş büyüktü benden. Gülümseyerek “Daha önce nerelerdeydin sen çocuk?” diyordu. Avare avare bütün gün Beyoğlu’nda aşağı yukarı turluyorduk. İkindi vakitleri kiliselerin avlusuna kediler doluşurdu. Çan sesleri hâlâ kulaklarımda. “Çocuk değilim ben,” diyordum. Çocuktum. Şimdiyse komiserin odasındaki yüz mumluk ampülün ışığında, sigara dumanlarının arasından, çan sesleri uçuşuyor birbirimize geç kalmışlığımızda ve öpüşüyoruz uzun uzun.11.“Demek sana izin verseler tecavüz de edersin sen puşt!” dedi kendini zar zor tutan çok namuslu şoför. İzin verilirse tecavüz olmaz ki.12.Muhallebici öğle vakitleri çok sıcak olduğundan taşlar yıkanır sonra da yerlere talaş dökülürdü. Tavanda, buranın eski bir yapıdan bozma olduğunu düşündüren süslemeler vardı. Elimi hiç bırakmak istemediği için, oturduğumuz köşedeki masada ona keşkülünü hep ben yedirirdim. Çoğu zaman boğazına bir şey takılırdı da yiyemezdi. Ağlardı zaten durup dururken. Ah o tek elinde saklayıp durduğu ıslak ve hüzünlü kâğıt mendiller.13.“Cezam neyse çekerim hanımefendi ama ben sadece elinizi okşadım. İnanın başka bir niyetim yoktu. Elleriniz martılar gibiydi çünkü. Tırnaklarınızın kesimi, tüller içindeki kemanlar. Elleriniz ne kadar düzgün…”14.“Başka bir iş yapsan… Bıraksan bu işleri,” diyordum. “Benim de okulum bitmek üzere.” Yaz başıydı. “Evleniriz, on sekizi de geçtim ben. Kaçar gideriz buralardan Aysel.” Bahar dallarının altında öpüşüyorduk. Bembeyaz erik çiçekleri. Dudaklarımı öpüyor, saçlarımı okşayıp ağlıyordu sonra. “Bilmiyorum çocuk, hiç bilmiyorum.”“Çocuk deme bana, bozuluyorum bak. Koca adam olduk artık ya. Büyüdük.”Çocuktum. Hem de kış günleri seviştiğimiz otellerin kalorifersiz soğuk koridorlarında, aplik lambaların kısık kısık ışıttığı resimlerdeki çocuklar kadar.15.“Eşinize haber vermemi ister misiniz hanımefendi?” dedi komiser. Korkmaya başlamıştım.“Benim eşim yok. On gün önce vefat etti.”“Yalnız mı yaşıyorsunuz?”“Evet. Eşimi bir trafik kazasında…”Gözlerinde bir şeyler büyüdü kadının. Dudaklarını ısırıyor. Ağlaması duruldu. Komiser sigarasını baca gibi tüttürerek konuşmaya başladı:“Uzatmayalım konuyu hanımefendi. Davacı mısınız, değil misiniz onu söyleyin? Davacıysanız atayım içeriye. Merak etmeyin bu ilk olmayacak zaten onun için, kayıtlar öyle gösteriyor.”Kayıtlar hep bir şeyler gösteriyordu. Bizimle ilgili her şey kayıtlardaydı. O kayıtlardan anlamayacak denli, o imzalardan, mühürlerden, D.M.O. damgalı kurşun kalemlerden, zımbalardan, kalın dosya kaplarından anlamayacak kadar deli bir çocuktum.16.Tren ne kadar karaydı.17.Annem, “büyüğün yanında osursa dinleyeceksin kızım,” derdi diye geçirdi içinden kadın. Ne kadar da ciddiydi bunlar. Şimdi acı bir gülümseyişle anımsadığımız her şey eskiden sadece acıydı. Babası, rızasını almadan, ona hiç sormadan onu birisine verdiğini söylemişti akşam yemeğinde. O kocaman elli şoför, söz kesileceği akşam ellerinde güllerle evlerine gelmişti. O adamı yeni yeni sevmeye başladığını düşündü. Sarmısak yediği zaman kötü kokar da rahatsız olur diye onu hiç öpmeyen kocasını. Daha on gün önce kamyonunun üzerine çevredeki tepelerden düşen bir taş parçası ön camı tuzla buz etmiş, dağılan parçalar kocasının hafif ter çokça da dağ rüzgârı kokan tenini örseleyip… Şimdi yatak odalarındaki aynanın kenarında eski bir resimden hayatın akıp geçişine gülümsüyor portakal renkli Dodge kamyonun başındaki deli adam. Giderek sevmeye başladığı ama artık hiç olmayacak olan bir adam.18.Sarılmak istediğinde en zoru buydu Aysel için.“Ayrılık vakti… Buraya kadarmış çocuk,” demişti. “Hayır!” diyordum. “Buraya kadar olamaz.”“Ben seni hiç unutmam ki.”“Biliyorum, ben seni unutur muyum sanıyorsun?”Çocuktu.19.“Davacı değilim,” dedi kadın, yüzünde yumuşadı bir şeyler. Beraber çıktık dışarı. Galata Köprüsü’nde yürüyorduk. Akşam olmuştu. “Ama çok merak ediyorum neden elimi okşadın?” dedi. “Aysel,” dedim, kaldım öylece.Yıllar önceydi, kim bilir nerededir ne yapıyordur şimdi? Galata Köprüsü de yandı. O muhallebiciyi de yıktılar, yerine lüks bir çantacı açtılar, yıkanmış taşlıklara talaş atmıyorlar artık.“Elleriniz Aysel’in ellerine o kadar benziyordu ki. Dayanamadım affedin.”“Suç değil ki bu affedeyim. Benimle gelir misin?” dedi kadın. Garip biriydi, sanki onun da bir parçası yoktu, göremediğimiz bir yerinden bir şeyleri eksilmişti, suskundu. Kadın, gecede kayan bir yıldızın açık pencereden odaya düşmesiydi.20.Arkasından öyle çok koştum ki Aysel’in, üzerimde beyaz bir gömlek, ceketim rüzgâra kardeş, öyle nefessiz kaldım ki…“Çarptığı yerde dağılan kristal bir aşkın sözlüğü…”*21.Evine gittik. Tozlu örtüler, bir pencereden kopuk kopuk, ara ara görünen deniz parçası. “Ben de çok sevmiştim ama olmadı,” dedi kadın, “aşk olmuyor nedense.”“Evet. Yalnız lütfen ellerinizi o kadar güzel kullanmayın konuşurken.”“Bekleyin geliyorum,” dedi kadın ve hızlıca odadan çıktı. Birden bire göğü yırtan deli bir yağmur başlamıştı dışarıda. Aceleyle geldi yanıma, küçük bir paket verdi bana, yüzünde derin bir acı vardı.“Al bunu ve uzaklaş buradan,” dedi. Apar topar çıkardı beni evden.Biliyorum yazmamalıydım bu öyküyü. Hiç anlatmamalıydım. Neye yaradı? Bir öykü neye yarayabilir ki acaba… Susabilirdim. Sonsuza kadar susup ölebilirdim.Arkamdan bağırdığını duydum:“Hadi çabuk git, çabuk…”22.Henüz sönük sokak lambalarının altından elimdeki paketle geçiyordum. Kutsal bir emanet gibi tutuyordum onu. Ta ki kısa bir süre önce oluşan kırmızılık gitgide ellerime bulaşıp oradan da yere damlamaya başlayana kadar.Bir deniz kıyısında durdum. Kimdi bu öyküde kahraman? Neden yazılırdı bir öykü? Yazılırsa neden biterdi? Yıldızlar Aysel gibiydi aynı.Sakin sakin kayarken odanıza düşen bir yıldızın korkusu…Altında durduğum ağacın çiçekleri bir elini hiç okşayamadığım Aysel.Kutunun içinde bir tanecik el duruyordu.Kadının kanlı ama bembeyaz eli.Okşadım. Öptüm. Parmakları keman…Bir tren geçti üst taraftaki demiryolundan, kara bir tren, Aysel’i götüren tren mi?Aysel gidecek yine. Bir tren biletine değiştirecek hayatını. Kutunun içinde kâğıt beyazı bir el. Gençliğimin tren garlarında geçen günleri…Acı bir tren düdüğüyle garda gitgide uzaklaşan mantolu bir kadın hayali, dumanlar, dumanlar… Dumanlar bir odadaki yüz mumluk ampülün ışığıyla…Hayaller…Hayata karşı oynadığım kumarda bir kez olsun bir el de ben kazanmıştım.8.2.1999 / Tarabya