Çember daralıyor…tecrübe, masumiyeti öldürüyor…

tecrübe masumiyeti öldürüyor
tecrübe masumiyeti öldürüyor

Gündelik hayatımızda attığımız her adım, kurduğumuz her ilişki bize bir ders veriyor. Ve bu dersler birike birike hayat tecrübeleri haline geliyor. Yaşanmış her hikayenin sonunda elimizde kalanlara bakıp, buradan dersler çıkarıyoruz. Bunlar ise bildiğimiz ve anladığımız kadarıyla, bundan sonra hayata doğru atacağımız her adımın niteliğini belirliyor. Bu anlamıyla da en tecrübesiz halimiz en masum çağlarımıza denk düşüyor. Tecrübe; insana ve yaşama dair biriktirdiklerimiz, masumiyeti öldürüyor. Önyargısız ve savunma kalkanları olmadan hayat, bir ihanetler toplamı haline geliyor. İnsanın, yaşamın her alanında kendini korumaya çalışması, insana karşı mevziler kurması anlaşılır hale geliyor. Ama hayat burada da durmuyor ve akıyor. Çünkü öğreteceği çok şey var. Savunma hatları fırsatını bulduğu anda saldırı hatları haline geliyor. Bu yolculuk sürerken insan “meşruiyetini” hiç kaybetmiyor. Çünkü hayat bu; öğretiyor, onu aşamadığımız, ona öğretemediğimiz andan itibaren, önünde saygıya durmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor. Bu yolculuğa direnenler, rotasını başka yöne çevirenler, hayatla inatlaşanlar, ona rağmen yaşamayı deneyenler, bir tür “kaybeden” muamelesi görüyor. Sanki tüm toplum “dersini almamışları” tuhaf bir kaygıyla izliyor. Çünkü onlar hayatın vicdanı ve aynası işlevini görüyor. Onları kategorize etmek mümkün olmadığı oranda yapay karşıtlıklar yaratılarak, vicdanlar soğutuluyor. Bu tip bir “düşmüşlük/düşmemişlik” durumu pek kabul görmüyor. Çünkü anlaşılır değil, hayat, kendimiz gibi olmayanları anlama yeteneğini de kazandırmadığı için, hayatı anlayamayan ve anlamlandırmayanın biz değil, karşımızdaki olduğuna duyduğumuz derin güvenle sürekli birilerinin düşmesini bekliyoruz. Çünkü o düştüğünde “kazananların” tarafında olduğumuz bir kez daha doğrulanacak. Leş yiyicilik de hayatın öğrettiği bir şey. Ama doğanın bir dengesi var, vahşilik bir taraftan pervasızca yükselirken, diğer taraftan tüm insanlık tarihinin yarattığı ve biriktirdiği değerler, hayatın omurgasında sağlam bir yer tutuyor. Ayakta durmayı ve sürekliliği sağlıyor. Hayatın kendi bütünlüğü ve iç dengesi sağlanıyor. Bugünün “kaybedenleri” biliyor ki, bu değerlerin tek başına yaratıcısı değil ama aktarıcıları, tarihin “kaybedenleridir” Yaratıcılık tüm insanlığın ortak değeridir, yaratılanlar tüm insanlığa aittir. Bu yüzden de herkesin yaşamında iyi kötü bir yerlere tekabül eder. Ama sistemin içinde etki ve hareket gücümüz arttıkça ya da hedefimiz bu olduğunda, duruş noktalarımız olan değerlerimizin de altı oyulmaya başlanıyor. Çünkü “gerçeklerin” dünyasında hem iş yapmıyor, hem de çocuksu kalıyorlar. Sistem bize göz kırptıkça, değersizleşmeyi normalleştiriyoruz. Çünkü gerçek kayıplar maddi olanlardır. Bu tecrübeler biriktikçe, çember daralır. Üretmek, biriktirmek, bugünkü hayatı sürdürmek için “ne gerekiyorsa” anlamına gelir. Her adımda kaybettiklerimiz, kazandıklarımızı aşar ama zaten artık kayıp ve kazanç kavramları da ters yüz edilmiştir…!!!