Geceyarısını iki küsür saat geçe uyandım. Bir saat boyunca tekrar uyumak için boşa uğraştım. Uykum kaçtı yine işte. O kaçıyor, ben kovalıyorum. Peki yakalayabiliyor muyum? Hayır! Ne zamandır şöyle deliksiz, derin bir uykuya hasretim. Beden yorgunluğum önemli değil de, beynim her zaman gereğinden fazla dolu. Öyle ülke meseleleri falan değil düşündüklerim. Karlı, buzlu yollarda yürümek zorunda kalmadan, günlük yaşantısına devam etme kaygısında olanlardanım işte.Güzel bir müzik, mesela Apocalyptica ya da Gregorian ya da Bülent ortaçgil dinlerken Nazım Hikmet şiirleri ya da Kemal Tahir romanı gibi bişiler okusam? Müzik dinlemek çok iyi bir düşünce değil gibi, sessizliği hep sevmişimdir, bu saatte bu sessizlik sabit kalmalı… Karanlığı da sevmişimdir. Işığı ise, sadece gerekli olduğu anlarda karanlığa tercih ettim hayatım boyunca.Eskiden, hiç karanlığı yaşamadığından güneş için üzülürdüm. Aşırı hassaslık mı yoksa Türk filmi tadında absürdlük müydü bu hissiyatım, bilemiyordum ama güneş için üzülmeden kendimi alamazdım. Sonraları kimse ve hiçbir şey için üzülmemeye başladım. Zamanla umarsız biri olup çıktım. Umarsızlık derken, bu duyarsızlık olarak algılanmamalı. Aşırı duyarlılığın zararlarından korunma isteğiydi belki de benimkisi. Duyarlılık da duygusallık olarak alınmamalı. Öyle fazla duygusal, her şeyi kendine dert eden insanlardan olmadım hiç. Duyarlılık ben de tüm etkilere tepki vermek şeklinde gelişti. Tepkisiz kalamıyorum. Sonunda başımın ağrıyacağını bile bile, sesimi yüksek perdeden çıkarıyorum.Müzik dinlemekten vazgeçtim. Kitap okumadım, şiir okumak içinse yeterli yoğunlukta değilim. Böyle zamanlarımda şiir okumaya şaire saygısızlık gibi alırım ki, Nazım gibi büyük bir ustaya saygısızlık yaparsam kendimi affetmem. Ne yapmalı, nasıl zaman geçirmeli? Sessizlik, loş bir ortam… Tamam, buldum! Tam yazma zamanı… Küçük, bunalımlı ve hatta biraz saçma öyküler yazma zamanı.. Böylesi yazı yazılası zamanları daha sık yaşamaya başladım son günlerde.. Bir mesaj mı bu yoksa uyarı mı?Yazma zamanı… çalışan bir annenin gözü yaşlı kızıydım küçüklüğümde.. özlemenin ne demek olduğunu ne kadar da erken öğrenmiştim. Sigmund Freud’un dediği gibi “ilk sevgili annedir.” ilk özlenenin de “anne” olması bu sebepten değil midir? ayrılık saati gelmeden hemen önce uyanıp ağlamaya başlardım. bu yüzden daha gün ağarmadan annem kalkar, kendi yatağına alırdı beni. Onun anne kokusu “Günaydın” derdi bana ilkin. Huzuru, en saf haliyle solurdum. Bölünmüş uykum, annemin kokusu bulaşmış yataktağında tekrar bütünlenirdi. Günlük hazırlıklarını tamamlamaya çalışan annemin telaşını hissedince uykum beni terkederdi. Güneşin ilk ışıklarıyla, dünya turuncu bir elbise giyinir ve turuncu tonlarının ihtişamı gözyaşlarımı kuruturdu. Annemin, beni kandırması ve sonra koşar adım kapıya yollanması ritüelinin gerçekleşmesi için beklerdim üzgün gözlerle.. Her geçen gün daha zor kanmaya başlamıştım annemin süslü sözlerine.. Neden hep giden o olmak zorundaydı; neden hep, her zaman birlikte değildir, neden hep kalan, sabırla, özlemle bekleyen ben?
Gün ağardı işte.. çatılarda, ağaçlarda, bahçelerde, yollarda, arabaların üstünde her yerde ama her yerde kar var. Kar hala yağmaya da devam ediyor. Çıksam dışarı, biraz fotoğraf çeksem ya da daha iyisi resmime yarım kaldığım yerden devam edeyim. çıplak ateşiyle evi ısıtan bir şömine çizeyim önce. Önünde bir aile oturuyor olsun. Sonra bir pencere çizeyim. Pencere dışarıdaki fırtınayı, vahşeti ve dehşeti göstersin.. Ama pencerenin camını sımsıkı kapatayım ve şömine önündeki aile gerçek mutluluğun resmini çizmeye devam etsin.vakit geldi! ben de yollara düşeyim artık, mağrur bir yolcu edasıyla….