MasumumGünahlarım kadarYüzümde bir tebessüm belli belirsizDamla damla akıyor sular bedenimdeÇıplak bedenimRuhum çıplakGörmüyor kimseBanyodayım…Hüzün saklansınGünah aklansınHava kararsınİstemen neDamla damla akıyor hayat bedenimdeGörmüyor mu kimseAğır aksak hafif birYoldayım…(01.01.08 R S K)Ağlamak istiyorumdoya doyagüldüğümdeyalandan gülüyorsunuz yabir anlam yüklüymüşcesine sizkahkahalar attığımda benmüstehcen bir fıkrayave hayatın protokolünevar ya sürüsüyle kinayeli bakışlarınızAğlamak istiyorumdoya doyahıçkırıklarlaçünkü yumruğumda yüreğimkorkusuzca açıpel sallıyorumve küçücükbenhalenkocamanseviyorumcesurcaKahkahalarla gülün sizağlamak istiyorum bendoya doyaMumcu, Mardin, Ertegünvar nice sevgileribende.“Tanıştım denmez”deme!ben detanıdımsevmek kolay mıgüzelimağlamak istiyorumdoya doyahıçkırıklarlaMajörden minöreArtandan dağılanaDoğrudan yanılanaGülerken ağlayanaSevilmeden seveneAğlamak istiyorumdoya doyahıçkırıklarlaçünkübenküçücük vekocamanhalenseviyorum sizihem dehepinizi(25 Aralık 2006 – R S K)“ şiddetsiz bayramlara” yazıyordu konuşma balonunda karikatürün bu günkü gazetenin kapak sayfasında. Konuşan da koyun. Ben de koyum.Ortalık mezbahaya dönüyor. Kan, bok, püsür. Kurban değil bayram değil katliam atmosferi özet. Kesinlikle karşı değilim kurban kesilmesine asla da olmam. “Omni” sıfatı pek hoşuma gider elde var bir. Ancak bir nizam, bir usul olsun isterim. Olsa gerek.Hah! Komikim. Bu yer bu zamanda nizam dedim. Diyemem mi! usul dedim. Derim diyeceğim. Sonra herkesten önce belki ben çiğneyeceğim bellersen. Belleme. Sen sakın beni bekleme.Anam, canım “hayvanlara iyi davranmayan insanlara da iyi davranamaz” diye bir söz okudum dedi”. Hay demez olaydı. Ve benim sigorta devresini belledi. Hey tüküreyim bu “trendy” sözlere e mi! E!Başladım. Ne yani. Üç bacı 60’larda peydah olup yetişmeye başlamış bahçeli bir evde, güneyde. Güneyin çocuklarının bazılarının iyi bildiği buz gibi sıcağında. Yetişmişler temmuz’a ağustos’a 7, 10, 12 yaşlarında. Başlamışlar. Yakalayıp “cır cır” böceklerini aynalı mı aynasız mı -ki aynasız olanlar ötmez ne ağustosta ne de başka zamanda – diye ilmi muayeneye. Bilmek için kanatlarını başlarının ardına kadar kaldırıp bakmalar, “neresindeydi abla bu ayna” soruşturmalar, ters çevirip karnına –onlar gövdesinin ortasına her halükarda karın derlerdi- bastırmacalar. Ne için? Ötsün diye tabii. “Aaahh! Yazııık. Tamam ben gömerim dut ağacının dibine.” Kaza işte. Olur safiyane öğrenme isteğinde bile. İlim bilim irfan doğada. Onlar da pek yakınında bahçede.Hortumla yeni yıkanmış “taşlık” tütüyor, ılım ılım buharı havada. Gitti bir cırcır böceği vay başına. Ruhuna yeni öğrenilmiş bir fatiha. Gelsin ikincisi. Bunlardan çok var bahçede daha…hadi ayaklarına ip bağlasak uçar mı? Uçar. İnanmazsan sen de bu ağustos bir tane yakala, gel bizim buralara. Yok, internet bağlantısı lüzum değil, sen kendini getir yeter.Yalnız dikkat et. İpi çok çekme kopar ayakı. Koparsa olur topal. Uçuş. Kurvaze.Daha ne. Kertenkele, kelebek, örümcek… kelebekler duvara yapışık hani şu biriket rengi- bir çeşit boz ve kahverengi- güvelere akraba olanlardan. Tamam, bildin işte, onlar ya.Kelebekleri istifle cam pepsi şişesine- onlar pepsici, savaş açmışlar coca-colaya daha o zamandan, mahallenin abisi bir de hem amca hem de dayı pepsi içer ya ne olacak- çok da fazla kelebek doldurma. Şimdi çalkalayıver şişeyi şöööle bir . Bu ne sihir ne mucize. Al sana üç beş beyaz kelebek. Kanatlarındaki sihirli kahverengi boz toz dökülüvermiş, sanki kelebekler çıplak, bembeyaz kalıvermiş. Kefen de beyaz, ya ölüm?Sonu yaklaştı ağustosun, kurbağalar vıraklıyor, pek tosunladılar. Hala bir prens çıkmadı. Acaba öpmek yerine üzerine tükürük damlatarak metamorfoz yaratma çabasında mı bir yanlıştık yaptılar. Üç hatun küçük bacı düşünmüş. Öpünce ne oluyor, dudaktan tükrük bulaşıyor sihir bu olsa gerek, gelin biz öpmeyek kararı çkmış. Yaklaşım adilane.Sonu yaklaştı mı temmuzun ağustosun önce farklı cırlayan ağustos böcekleri duyarsın bu işin ilmini yaptıysan. Sırtından doğurma sancısının ön şarkısını söylüyor veda etme niyetiyle, sesinde ne ise sedasında da var gitmenin hüznü biraz yaşlı biraz yaslı…Eee. Bak dut ağaçlarının girift gövdelerine ve portakal ağaçlarının dallara yakın bölümlerine. Şanslıysan buluverirsin sırtı yarılmış hatta yarılmakta olan böceği. Bazı genç hayatların ilk belgeseli. Hem de canlı. Sonra bir sessizlik ve sonra bir iki taze ses. Ötesi nasıl gelişir büyürler mi, yoksa gelen soğuk ve sürpriz yağmurlarla ölüp giderler mi hanım kızların ilmi araştırmalarının müphem kısmı. Bana anlattıkları bu cırlayan böcek belgeseli belki de kurmaca, kim bilir.Daha ne hikayeleri var. Kedinin kuyruğu. Kuyruğunda maytap patlatmaca, teneke çalmaca bazen ikisi birden.“Bizim mahallenin kedileri biraz travma yaşadılar, fazlaca yanlarına haklaşmayın hanım abla” uyarısında bulunurlarmış onları beslemek isteyenlere. Koy kaba yiyeceği, bırak köşeye onlar gelir yer. Bir tecrübe sabit. Ah! Hemen günahını almayın hatun kızların. Mahallenin oğlanları kedilerle teneke fişek uğraş verenler…Bir de şimdinin babaları hatta dedeleri yaşlarında olan, o zamanın yeni yetme süt bıyıklı delikanlılarının “akrep çemberi” efsanevi hikayesi var halen buralarda anlatılan.Evet. Uygun miktarda bal mumu bulunur. Toprağa tarlaya yani bu akrep haşereti yuvaları bu cennet sıcağının hangi deliğinde ise oraya gidilir. Bir uygun uzunluktaki kuru bir dalın ucuna bal mumu yapıştırılır ve akrep yuvasının içine usulca daldırılıp beklenir. Dal kıpırdadı mı? Evet. Akrep mum gibi.Zira bal mumunu ısırınca akrep de olsan başka hal olmak buhal zor. Çubuk dışarı çekilir. Ve itinayla cesur bir delikanlı kuyruğu başka bir “çıbık” ilen sıkıca bastıra dururken bir diğeri ağzından bal mumunu çıkarır ve hazır bekleyen uygun derin bir kabın içine el çabukluğu ile salıverir bu zehirli kuyruğu boğumlu yaratığı. Bu boğumlar mühim mesele imiş. Ne kadar boğum o kadar zehir ve o kadar da patlama. Dur canım patlama! Anlatacağım az daha…Hani bayram zamanıydı. Hatırla bir başa dönüp. Hıh işte tamam. Mangal çok, et pişer güneyde. Komşuda pişer bize de düşer. Senden bana benden sana yaşanan zamanlar. “Al Allah aşkına kokusundan. Çocuk bunlar, evdekinden yemez komşudakine bayılır. Sanki biz kurban kesmedik”. Ne ise, kurban faslı son perde. O da bilahare.Hıh, işte mangal çok, kül çok. Sanki o zamanlarda kimsenin mangalda kül bırakmamak gibi bir derdi de yok. Garip zamanlar garip insanlardı belki onlar… bizim delikanlılar gerekli miktarda kül tedarik ederler bu mangallardan. Bir çember halinde sıkıca serpilir bu küller evet, sıkıca. Sonra biraz benzin, uygun miktarda bu kül çemberine dökülür. (bu kül ve benzin miktarı işin püf noktaları anlatımlarda bu sır bu zamana kadar verilmemiştir). Ve ateş çakılıp çember ateşe verilir verilmez akrep bu ateş çemberinin ortasına salıverilir. Hayvan özgür! Çıksın gitsin bakalım. O kenar senin bu kenar benim her kenar cehennem. Akrep kuyruğunu diker ve geriye, sırtına çevirir…Malum değil bize bu akrepler harakiri bilirler miydi, bilmiyoruz. Ya da “guy fawkes” kutlamalarından haberleri var mıydı? Hani patır patır havai fişeklerin İngiltere’nin UK’sında parlamentoyu ateşe vermek isteyen militan grubun gariban gözcüsünün yakalanması ve cayır cayır yakıldığı rivayet olunan günün günümüz versiyonu coşkulu kutlamasıdır. (yaşasın meclis-ler günü!)Konumuz “akrep çemberi” idi. Ateşli çembere dayanamayan akrebimiz kendi sonunu getirir ve de sanki “ben böyle sessiz sedasız gitmem” dercesine boğumlarını teker teker patlatıp gider. En çok kaç boğumlu akrep vardır bilmem. Ancak ifade edildiği üzere 9 değil “yakalayan bilir efendim” cinsinden kahramanca rivayet olunan 11 boğumluların patlamalarının çocuklarımızın dedelerinin kulaklarında bazı bayram zamanları yankılandığıdır.Daha ne. Börtü böcek hayvanlar alemi, bir de çocuklar.Ev bahçeli. Kurban kesilecek. Kaç tane ise o kadar sayıda derin kuyular. Aile kalabalık, bir de komşu ricaları. Bahçe de büyük, ev ortasında. Portakal, mandalina, turunç greyfurt, limon, erik, karadut, beyaz dut, incir, yenidünya, muz ve hatta gül ağaçları var. Arka bahçenin en gözden ırak köşesi. Depo haline gelmiş evin dedesinin marangozhanesi. Dizi dizi çukurlar hemen yakınında, mandalina ağaçları arasında mesafeli sıralanmış.Daha yakında, taşlığın az ötesinde greyfurt ve dut ağaçlarından sarkan kenevir halatların ucunda salınan koca kancalar. Garip bir sevinç. “Bunlar benim paçama takılmayacak.” Aleni çocuk! Sen çok yaşa. Yaşa. Yaşa ki göresin ne kancaları nerelerinden söküp atacan daha. Yırtık pırtık paramparça demeyip de ruhuna ve düşlerine yamalar yapıp aklına mukayyet olmaya çalışacan daha. Sonra. Sonra evin genç amcasının kırmızı bisikletinin pompasıyla şişirilmiş, çat diye paçası kırılıp kancaya asılmış ve derisi taze yüzülmüş ve adını bizati şahsının belirleyip ellerinle beslediğin allı pullu kınalı koyunun yahut koçun sımsıcak pembe beyaz gövdesini hatırlayacan. Can bedenden böyle mi ayrılırmış. Sımsıcak tüterek. Bir de dokunmuştun mini minnacık ellerinle. Daha babaannenin işaret parmağı ile anına sürdüğü kurban kanı kurumadan. – her şeye katlanırdın da bu kurban kanının alnının ortasına, iki kaşının arasına sürülmesine dayanamazdın, hoş kaçamazdın da.Cani kız çocuk seni! Gidin! Yalancı orduları gelmeyin üstüme. Gıkınızı çıkarmayın. İnsanca anlatıyoruz. Yoksa “the cook, the thief, his wife and his lover” adabında bir uygulama uygun gelir hatıra.Diyorduk. Mini minnacıktı elleri 7 yaşındaki koca kızın. Bildiği kan ve ölüm kokusu henüz bayramlardaki kurbanlara ait iken mahallenin neredeyse tüm çocukları, kızlı erkekli seyirci olurdu kesim törenine. Evet. Bir töreni vardı kurban kesiminin. Önce bıçak “biley taşında” bilenir ve üzerine bir tükürülüp silinir ve bez içinde bir kenarda mahallenin delikanlısının elinde beklerken kurbanı kesecek amca ellerini yıkar, duasını ederken koyunun elleri- ön ayaklarına çocukların uygun gördüğü tanım- ve ayakları kalın iplerle ve de gözleri bir bez ile bağlanırdı. Sonra yüksek sesle “Bismillah” ile başlayıp ağzının içinde duasının geri kalanını belli belirsiz mırıldanan amcanın tek hareketle kurbanın boynunu gövdesinden sadece ense derisinin tutacağı şekilde ayırması saniyeler içinde olup biterdi.“Niyaziii, laaannn Niyazi diyorum, gözü çıkmayacısa, hangi cehennemdesin” diye bağıran annesinin sesini duyduğunda mahallenin en sıkı küfreden oğlanı Niyazi evinin yoluna seyirtir, bahçe kapsının köşesindeki ızgaranın yıkanması için bekleyen kovalardan suları boca etme işini komşu evin kızlarına ve diğer çocuklara sözsüz havale ederdi.Titremeleri kesilen kurbanın boynundan da kan artık foşur foşur değil ince bir sızıntı halinde iken nasıl edilirdi bir muamma, bir de bakmışsın olmayan baş aşağı asılıvermiş haşmetiyle salınan kancaya bizim kınalı.Şimdi leğendeki ütülecek kelle ile oğlan çocukları sohbet ede ede bahçeye kızlar da törendeki yerleri gereği taşınan kurbanın ardı sıra ya dut yahut greyfurt ağacına belli mesafeye kadar yaklaşır hazır olda, işin geri kalanını izlemeye koyulurlar. Ta ki kesin bir komut ile kendilerinden bir bez, su, leğen ya da başka bir şey isteninceye kadar.Garip kocaman boz kahverengi bir iç organ da açılan çukura gömülür. Köşe başındaki etrafı yıkanmış ızgaranın çevresinde belli belirsiz kalan pembelik de kısa sürede kuruyup toz toprak olmuştur. Ta ki bir dahaki sefere…İyi ki kurban kesilir. Bayramlarda da. İstemezler bizim buranın, güneyin çocukları ölsün dünyanın erleri üç beş para pula. Ne korktuklarından ne de savaşmayı bilmediklerinden değil. Derler ki boşa yanmasın senin, benim, onun, ötekinin canı. Yanıyor… yangınlarda yürek yürekli…Daha ne. Sokaklar mezbahaya dönmüş. Kan kokusu salınıyor “bayram” boyunca. Hayvan gibilerden kurbanlara. Nasıl? Bir koç mu kurtaracak bir deve mi cehalete kurban edilen kendi hayatlarını. Okumadan, okutmadan, bilmeden, bildirmeden, düşünmeden, izin vermeden kızlara bir de oğlanlara. Bugünün çocukları mı kalacaklar. Kim demiş? Pes mi? Asla!Daha ne!İnsanlık dışı görüntüleri bayramın kutsal töreniymiş gibi her gün beyaz cama dayamak. Arife günü pazardan güdülmeye çalışılan kurbanlıkların itilen kakılan ve top modellerin yerini alan fotoğraf ve görüntülerini gün be gün yayınlamak. Yıldır oldu yeterince görmedik mi, gösterilmedi mi bunlar haber diye. Sonuç? Gelin aynen devam edelim? Daha neler!İster “park orman” ister “hyde park”. Bir konserin hazırlıkları haftalar sürer biliyoruz. Arda kalan pislik püsürün temizliği ise üç beş gün en fazla.Bunda pek fark yok ne orada, ne de burada. Gördük de yazdık bunu burada.Hey dinine yandığım! Peki ya bayramlarda? Kim bilmiyor bu milletin kendini kurban edercesine bilumum hayvanı kurban niyetine kesmeye- orta yerde katletmeye- sanki yeminli olduğunu. Aklı çalışan, eli yazan, dili anlatan, kanun çıkaran, hacı hoca, yazar-çizer, öğretmen ve vekiller ve kanun adamları neyi bekler son ana kadar? Herkesin vicdanı susturuculu, uzman ahkam kesmeye gelince dil na bele makinalı tüfek…Daha ne.“Allahnı kitabını …iim” şeklinde küfür ederlerdi bizim buralarda.Sorunca da bir müzisyen abi bizim buralardan bir badanacı kardaşa “neden siz hep ya da çoklukla Allaha kitaba giydiririniz be dostum” diye hazır cevabını almıştı güneylinin: “samimiyetten abi”…uygun işin, kişinin, olayın, durumun… Artık sokaklarda gece yarılarına kadar köşe kapmaca, saklambaç, futbol gibi oyunlar oynamadığımızdan- oynayamadığımızdan- ya da bu samimi ağabeyler kallavi küfürleriyle birlikte buralardan tedavülden kalktığından duymaz olduk da bu kan kokusu burnumun direğini sızlatıyor…Fikir gönülde sual eder. Sorup sunmak mümkünse yunmak istemiştik ta çocuktan.Yazdım, anlattım, sordum samimiyetle. Ve daha bir kurban kesemedim ben kendim bu memlekette, çocuğum da daha görmedi kesilişini kurban’ın ve ben biraz da bu nedenle hala duygusalım şimdide…Kalın sağlıcakla, nice kutlu gün ve bayramlara saygı ve sevgi ile.NOT: Niyazi büfe işletiyor, üç hatun anne olmuş çalışıyor; işletmeci, öğretmen, idareci, şair. (Bir az bir çok dediysem de onu sen bil). Kurban kesen amcalar mahallenin “organik ürün” satan kasapları. Eski ev mahallenin fırını şimdi. Dut ağacı duruyor, dibinde börtü böcek mezarlığı, fosilleriyle. Kişilerin kimi şimdide Müslüman, kimi Hıristiyan kimi de Ateist. Allahlı, Allahsızlar…bir tek ortak noktaları var: Savaş.Savaşıyorlar…R S K.20.12.2007