Günde kaç saatimi bilgisayarın başında geçirdiği bilmiyorum. Jack Lemmon’ın, 2. Cadde’nin Mahkumu adlı bir filmi vardır, Amerikalı orta sınıf bir katip’in görünüşte tatminkar, kendisine sorsanız cansıkıcı hayatını anlatan. Sanıyorum buna döndü hayatım-ız. Katip değil clerk’iz, ya da bankacıyız, copy writer’ız, developer’ız, her ne s.msek, şuyuz, buyuz, sonuç olarak hepimiz kendi Intel işlemcili F tipi hapishanemizde kürek mahkumuyuz. Matrix olayına, hep birlikte giriyoruz sanıyorum; yeni uygarlığın manifestosu da yazılmış, hayırlı olsun.

Oysa takdir edersiniz ki, Ken Parker, Mister No, Hemingway ve akabinde Che okuyarak büyüyen biri olarak, bu değildi beklediğim. Ama durumu metanetle karşılamak gerektiği düşüncesindeyim. Gereksiz romantizme yer yok, bir takım sosyal politikalarla da ‘bu gidişin’ tersine çevrilebileceğini inanmayanlar arasındayım.

Mesela Bkz: Avusturya’yı yıllar yılı yöneten Sosyalist hükümetler, durumu önceden görüp, yüzbinlerce insanın oturduğu belediye konutlarını inşa ettirirken, ‘Burada oturacak olan insanlar, birbirlerinden kopmasınlar, bir araya gelsinler’ hissiyatıyla, her bloğa (Web bloğu değil, dikkatinizi çekerim) ortak birer çamaşırhane inşaa ettirmişler. Sonuç? Yaşlı teyzeler dışında bi Allahın kulu da gitmiyor(du) tabii o çamaşırhanelere, ben oradaykene. Boşa kürek..

Kamusal alan denilen şeyin, böyle toplumsal mühendislik politikalarıyla, insanların bir araya gelmesi için örgütlenmesine diyeceğim bir şey yok; ama yukarıda örnekte ve burada saymaktan imtina ettiğim pek çok başka örnekte olduğu gibi bu politikalar tutmuyor. Hepimiz birer cyborg olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz.

Diyeceksiniz ki, “Superbaba kültürünü özümsesek, kendi kültürümüzden kopmasak???” Valla, ben böyle bir romantizme sapmak yerine, uygarlığımızın bu cansıkıntılı halini, cesur bir biçimde kabul etmenin, daha doğru bir tavır olacağı kanaatindeyim. Tıpkı Kafka gibi.. Haysiyetli adamdı kendisi.

Konuyla ilgili tartışmalar burada…