Bağdat doğuyorBağdat’ın yapımına 772 yılında başlanılmıştır. Abbasiler’in baştan beri Bizans’a yakın olmasından ve şehre tam olarak hakim olamayacaklarını bildiklerinden, Emevi başkenti Şam’a tedirgin yaklaşmışlardı. Bunun üzerine Bağdat’ı kurmaya karar verildi.Halife Mansur’un işaatsını emrettiği Bağdat’ın kuruluşuna dair oldukca ilginç ve kökleri geleneksel sembolizmden beslenen rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birinde; Bir keşif heyeti ‘hali (boş)arazi’ olan Bağdat’ın bulunduğu yöreye gönderilir. Havasını suyunu ve nehirle ulaşımını göz önünde bulunduran halife orasınını uygun bulur.Ancak bir başkentin kurulması için bu gerekce yeterli olmazdı. Bölgede yaşayanları çağırarak, dört mevsimde havasının nasıl olduğunu sorar. Dahası, adamlarını gönderip onların bir süre orada kalıp gözlem yapmalarını ister. Kendisinden asırlarca sonra yaşamış olan İbn haldun’un başkentlerin yer seçimi için söyledikleri mukaddime’sinde aynen şöyledir: ” Şehir dağ başında yüksek ve sarp bir tepenin üzerinde ya da ağaç ve taş bir geçilemedikce ulaşılamıyacak bir tarzda çevresi, bir nehir yada deniz tarafında kuşatılmış olması gereklidir. Hastalıklardan koruna bilmek için havadar, insanların geçimlerini sağlaya bilmeleri içinde tarım alanlarına yakın olmalıdır.” İşte Bağdat bu tariflerin hepsine çok uygundur.Tarihçiler Bağdat yakınlarında ki bir kilisenin rahibinin kadim kitaplardan kendisine ulaşan bilgilere dayanarak, bu şehri ancak milas(hırsız) isimli bir kişi kurarsa yaşayacağını, onun dışında kim kurarsa kursun uzun ömürlü olmayacağını naklederler. Bunu duyan halifenin adamları kendisine bu durumu anlattıklarında Mansur; ” Allah’a yemin ederim ki, benim bir lakabım da miklas’dır.” Der ve çocukken bir ceylan çalıp satmasına ve o parayla arkdaşlarına hediye almasına binayen kendisine o lakabın verildiğini, ancak zamanla unutulduğunu söyler.Bu rivayetin doğru olup olmadığı burada bizi doğrudan ilgilendirmiyor. Koca bir rahibin “Kitaplarımızda böyle yazıyor” Demesini ciddiye alması daha önemli. Anlaşılıyor ki, Masur döneminde antik şehirlerin kuruluşunda benzer efsane ve kehanetler hala önemini koruyordu.İlginç ve gözden kaçırılan bir ayrıntı, Halife Mansur’un İmam-ı Azam Hanife’nin de bir şekilde Bağdat’ın harcında tuzu bulunmasında ki ısrarıdır. Bağdat’ın inşatı başlayınca Ebu Hanife, tuğla ve kerpiçlerin sayımı ve inşaat eminliğiyle görevlendirilmiş, hatta sayım konusunda kendine mahsus bir teknik geliştirmiştir.Besmeleyle şehre ilk kerpici koyan halife, bu günü müneccimlerinin tasvifi üzerine seçmiştir. Sehl-i Nezbaht, Güneşin yay burcunda olmasının şehrin uzun ömürlü olmasına delalet ettiğini söyler kendisine. Ve ekler: “Yıldızlardan anladığım kadarıyla hiç bir halife bu şehirde yatağında ölmeyecek!.”Gariptir, Halife Mansur Hac yolunda, oğlu Mehdi Ruz’da, onun oğlu İsabad’da, Harun Reşit Tus’da, Emin, Dicle’nin doğu yakasında. Me’mun Bedendunda, Mu’tasım, Vasık ve Mütevekkil Samarra’da öldüler. dolayısıyla bu garip tevafuk çımış oldu.Başkentler kıskanç olurlar. Yanı başında Dicle’nin batı yakasında inşaa edilen Rusale ve Kerh şehirlerinin kendisinde nufus koparmasından duyduğu üzüntü henüz geçmemişken, bu defa Mu’tasım’ın başkent olarak inşa ettiği Samarra çıkmıştır Bağdatın karşısına. Gerçi eni konu Bağdat, halifelerin tekrar sinesini onlara açacaktır ama tarif edilmez bir kıskançlıkda girmiştir Bağda’la Abbasi halifelerinin arasına.

bir Bağdat manzarası
bir Bağdat manzarası

Ölüm Bağdat kapılarındaYıllardan 1258, aylardan Şubat’tı…”Geldiler herşeyin kökünü kazıdılar, yaktılar, öldürdüler, yok ettiler ve geçip gittiler..” tarihin gürültüsü arasında sesi kısılmış bir Mervli Mülteci, şehrini kavuran Moğol tufanının ardından bunları söylemiş. Harzem’den Şam’a kadar uzanan ve ancak Memluklar tarafından Ayn-ı cadut’ta hızları kesile bilen Moğol istila zinciri, dönemin en görkemli coğrafyasını oluşturan İslam Alemine pekçok acıyı birden yaşattı.İstila sırasında islam aleminin fikir kaynakları kurutulmuştu. Eğtimli kadro ya öldürülmüş yada susturulmuştu. Susmalarının altında, dilsiz bırakılmaları yatıyordu. Dilsiz, yani kütüphanesiz, medresesiz, rasathanesiz. Başkent bağdat’tan geriye, üzerinden kan buğusu ve yanık kokuları tüten bi harabe kalmıştı yalnızca. Moğolların insanlardan çok canavarları andırdığı, kan içtikleri, insanları ve köpekleri parçalayıp zevk aldıkları söylenir.Nasirüddin Tusi ismini duyanınız varmı? ben bahsediyim; 1201de Tus’ta dünyaya geldi ve 1274’te vefat etti. Çağının en görkemli şiir alamelerinden olup, yalnız dini ilimler değil; Matematik, tıp, felsefe de okudu ve ahlak üzerine yazdığı Ahlak-ı Nasiri Osmanlı medreseleri de dahil olmak üzere islam aleminin pek çok bögesinde asırlar boyu okutuldu.Büyük bir bilgin doğru ama dahasıda var onda. İktidar tutkusu ile ilim hayatı girifli bağlarla örülmüş hayatına. Önce moğolların baş belası olan Hasan Sabbah’ın takipcilerinden Rükneddin Hurşah’ın müneccimi olarak görüyoruz onu. Bu görevi sırasında Abbasi halifesinin veziri ile gizliden gizliye mektuplaşır. Efendileri bu durumu farkedince rahat durması için kendisi meşhur Alamut kalesinde göz altında tutulur. Gelin görünki tam bu sırada bir altın fırsat gülümser kendisine.Moğollar Alamur kalesine dayanmışlardır. Uyanıklığı ile meşhur kale komutanı Rükneddin, Moğolların büyük hanı Hügalu ile yapacağı görüşmede Tusiyi’de götürmek gafletinde bulunur. Görüşmeler sırasında Tusi, daha sonra Moğolların Bağdat’a vali olarak atayacakları ünlü tarihci Cüveyni ile iş birliği yaparak Alamut kalesindeki kütüphane ile astronomi aletlerinin tahribattan kurtarılmasını temin eder.Han’ın gözüne girmeyi başaran Tusi, artık Moğolların hizmetindedir. Cengiz Han’ın ordusundan hada kalabalık olduğu söylenen bu ordu, Bağdat kapılarındadır. Bu defa onu Han’ın gözdesi olarak Halife Mu’tasım’a “teslim ol” çağrısı yapmak için gönderilen heyetin başında görüyoruz.O sıra Abbasi başkentine karışıklık ve anarşi hakimdir. Önce teslim olması için yapılan teklifi reddeder, ama bakarki çare yok, daha fazla kan dökülmemesi için ailesi ile birlikde teslim olmayı kabul eder. O sıra moğollar şehri yağmalmaya girişmiştir bile.Hülagü Halifeyi öldürmüştür. Nasıl öldürdüğüne dair iki ayrı olay anlatılır bunlardan biri; Hülagü Halife’yi bir çuvala koyup, Moğol atlılarının ayakları altında çiğneterek öldürttü. Sonrada kenti yakıp yıktı. Öyleki Bağdat’ın işgalinden sonra günlerce ırmaklar kan ve mürekkep aktı. Bir diğer bilgiye göre ise; Halife’yi öldürmek isteyen Hülagu, bir müneccimin uyarısı ile bundan vazgeçer. Güya halife öldürülürse kendisi ve ordusu üzerine felaketler yağacaktır. Tusi, bunların birer hurafe olduğunu inanmamasını söylesede Han’ın içine bir sıkıntı düşmüştür. Bunun üstüne Tusi ilginç bir formül geliştirir: Halife bir kilime sarılacak ve ölene kadar yerde yuvarlanacaktır. Eğer bu sırada bir felaket alemeti belirirse serbest bırakılacaktır. Hülagu bu formülü tutmuş ve zavallı halife ölene kadar yerlerde yuvarlanmıştır.Ne var ki bağdat’ın işgali sırasında Hülagu tarafından şehrin bir kapısına yerleştirilen ve masum insanları bu kapıya çağırarak hayatlarını kurtaran da, Halifenin küçük oğlunu, ertesi yıl aynı vahşi Moğollar tarafından kurulan ünlü Meraga rasathanesinde ilim öğrenmesi için yanında götüren de, keza pek çok müslüman alimin hayatını ve şehirden kurtara bildiği kadar kitabı, bilimsel aletleri v.s. kurtaranda Tusi’den başkası değildir.Yıllar sonra Tusi’nin Hülagu’nın yerine Moğol hanı olan Abaka’nın maiyetine yolu bir defa daha Bağdat’a düşer. Burada hastalanır. Halifelerin şehrinde Dünya’ya gözlerini kaparken, 15 yıl önceki kan ve yanık kokularını yine duymuş, ilk adı “esenlik yurdu” olan bu talihsiz şehrin faryad-u figanını işitmişmiydi bilinmez. Ancak bildiğimiz birşey var ki, o da ölümünü bir sır perdesinin arkasında saklamaya yetmiştir.Bağdat’tan kazımeyn’e götürülen cenazesini, imam Musa Kazım’ın türbesi civarına defnetmek üzere topragı kazan işçiler, akılları durdurucak bir tevafuk içinde sersemleyeceklerdi. Kazdıkları yerde, vaktiyle aynı adı taşıyan bir Abbasi hafesinin, Mu’tasım’ın dedelerinden birinin kendisi için inşaa ettirdiği bir mezar karşılarına çıkar. Mezarın içi boştur, zira Halife en-Nasır başka bir yere gömülmüştür. Mezarın üzerine inşaa tarihini beklirten kitabede 16 şubat 1201 Cumartesi tarihi yazılıdır ve bu tarih tamda Tusi’nin doğum günüdür!…Özgürlük Saçan TabutlarBu başlık üzerine uzun uzun yazmaya gerek yok kanımca, zira olan biteni herkes biliyor. Petrol niğmeti beladan baçkasını getirmemiştir Bağdat’a. Hatırlayanlarınız vardır; Amerikan askerleri Bağdat’a ilk girdiği sırada Amerikan elçiliğinin yanındaki meydanda halk toplanmış davullu zurnalı eğleniyor ve meydandaki dev Saddam heykelini halatlarla bir panzere bağlayıp yıkıyorlardı. O görüntüler haftalarca tv’lerden internet sitelerinden kalkmamıştı. İşte o heykelin şimdiki halide dahil olmak üzere seçtiğim bi kaç kare ile Bağdat’ın son hali.

(kaynak: Ali Ünlü / Neler olmuş / Esra yayınları)