Bir dönem Avrupa’da avlanmak yalnızca asillere verilen bir imtiyazdı. İngilizcede belki de bu yüzden “noble savage”, yani “asil vahşi” ifadesi kullanılır, bozulmamış, medeniyetten uzak yaşarken doğuştan gelen bilgeliği ve masumiyetini korumuş avcı toplayıcı birey olarak tanımlanabilecek bu ifadenin Fransızca karşılığı ise yalnızca “bon sauvage” yani “iyi vahşi”dir. Kültür, yani adı üstünde “ekin” tarımla başlar, göçebe, avcı toplayıcı insanlar toprağa hükmetmeyi öğrendiklerinde yerleşik hayata geçerler ve “medeniyet denen tek dişi kalmış canavar” işte bu noktada doğar…“Noble Savage” teriminin ilk kullanıldığı yer İngiliz John Dryden’in 1672’de yazdığı oyunu “Grenada’nın Fethi”dir. Ardından iyi vahşi neredeyse ikiyüz yıl boyunca Batı dünyasında gözden kaybolur, ta ki 1859’da Londra Etnoloji Topluluğu Başkanı John Crawfurd tarafından yeniden keşfedilene dek.Vahşinin masumiyeti aslında bir mittir, tarım öncesi toplulukların bizden daha az savaşçı, daha az yıkıcı olup olmadıkları her daim tartışılagelmiştir. Birçok bilim ya da sanat insanı bu romantik miti eleştirirken faşizm propagandası olduğunu, dünyanın bir kısmını uygarlıktan ayırıp çifte standart yaratma arzusuna alet edildiğini dahi iddia etmişlerdir. Avcı toplayıcı grupların günümüz insanından daha fazla şiddetle iç içe yaşadığı ve pek çok bu tarz toplulukta nüfusun %90’ının her yıl bir kere savaşa katıldığını öne süren antropologlar vardır. Ne var ki bu çok cazip ve merak uyandıran bir tartışma alanıdır ve felsefe, edebiyat, sinema hatta resim sanatı için çekiciliğini hep korumuştur. Jean Jacques Rousseau Emile’e başlarken şöyle der: “Yaratan’ın ellerinde her şey iyidir, her şey insanoğlunun ellerinde bozulur.”Mary Shelley’nin Frankenstein’ı da sıradışı ama çok bilinen bir noble savage örneğidir. Bu canavar aynı zamanda medeni dünyanın acımasızlığını vurgulayan bir idealdir. Tarzan, Daniel Defoe’nun karakteri Robinson Crusoe’nun dostu – hizmetçisi Cuma’sı, Hermann Melville’in Moby-Dick’teki Queequeg karakteri, yakın zamanda ülkemizde büyük ilgi gören, Marlo Morgan’ın Avustralya aborjinleriyle birlikte yaşanan bir serüveni aktaran “Bir çift yürek” adlı romanı da noble savage kavramı içine giren tanıdık temsilcilerdir.1400’lerden itibaren Avrupa devletleri denizaşırı yerlere doğru genişlemeye başladılar, Afrika’da, daha sonra Asya’da, Uzakdoğu’da ve nihayetinde Amerika’da. Yeni gıda kaynakları, yer altı kaynakları ve bunları çıkartmak ve işlemek için köleler arıyorlardı. Pek çok yerli etnik grup öldürülürken bazıları da medeniyetin hizmetine (!) sunuldu. Avrupalılar yerlileri insan olarak tanımlasalar da sosyal, ekonomik ve entelektüel anlamda hiçbir zaman kendileriyle eşit görmediler. Bu süreçte ana karada bir “ilkel” ve “vahşi” imajı gelişti, soykırım sürerken diğer yandan uygarlığın iktidarı genişliyordu. “Soylu vahşiler” fikrinin aynı dönemde doğması tesadüf değil, bu kargaşanın içinde biraz denge arayışından, insaniyet arayışından doğmuş olabilir.Bazı Hristiyanlar, insanın günahkar doğduğu inancından hareketle noble savage fikrine karşı çıkarlar. Evrensel çerçevede insan günahkardır, ilk günahla birlikte cennetten kovulması boşuna değildir. Filmleri insan doğasını derinden kurcalayan yönetmen Stanley Kubrick de noble savage’ı “İnsan soylu değil iflah olmaz bir vahşidir. İstikrarsız, kaba, yıkıcı, zayıf ve aptaldır. Objektif olamaz, bencildir. Şiddet doğasında vardır. Bunu baştan kabul etmezsek kendimizi tanımak ve tanımlamakta büyük hatalara düşeriz,” sözleriyle reddeder.İyi vahşinin özelliklerini belirlemek farazi olacaktır, ama kabataslak beş maddeyle biraz yaklaşılabilir:Ekolojik ermiş: İyi vahşi, doğayla uyum içinde yaşar.Nazik insan: İyi vahşi nedensiz savaştan ve nedensiz şiddetten uzak durur.Doğrucu Davut: İyi vahşi dürüsttür, hesapsızdır, doğası gereği aldatmak, yalan söylemek elinden gelmez.Süper kahraman: İyi vahşi medeni insandan kat kat daha fazla fiziki dayanıklılık ve çevikliğe sahiptir.Bilge şaman: İyi vahşi doğuştan getirdiği, sonradan öğrenilmemiş saf bilgiye ve ruhsal güçlere sahiptir.Bu özelliklerin çoğunun abartılı olduğu düşünülebilir. Yine de örneğin Rus keşif subayı Vladimir Arsenyev’in kendi serüvenlerinden yola çıkarak yazdığı romanındaki cana yakın, sıcak orman adamı Dersu Uzala‘yı düşünürken gıpta etmeyen, içine su serpilmeyen azdır. Önce Sovyetler’in siyah beyaz, ardından 1975’te yine Sovyetler’in desteğiyle ama bu kez Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın dönemin pastel renkleriyle tadına doyulmaz bir fotoğraf albümü gibi sinemaya uyarladığı Dersu Uzala, insanın her zaman böyle yıkıcı olmadığı, bir zamanlar doğanın saf ve huzurlu bir parçası olarak yaşadığı inancını besler, yürekleri yumuşatır.Sibirya’nın Ussuri nehri kıyılarında Tunguz boylarından Neney (o dönem Sovyetler’ce Goldi adı verilen) kabilesine mensup bir avcıdır Dersu. Hiçbir şey avlayamadığı ve ormanda aç karnına gezdiği bir gece, bölgeyi araştırmak ve yeni kaynaklar, yerleşime uygun yeni alanlar keşfetmekle görevli bir Rus subayı ve onun askerleriyle tanışır, subay Dersu’ya kendilerine rehberlik etmesini teklif eder. Medeniyet timsali, iyi eğitimli askerler Dersu’dan o güne dek hiç bilmedikleri bir şeyi, doğanın dilini, ormanın, suyun, güneşin ve ayın ruhunu öğrenirler. Filmi bugüne dek izlememiş olanlar için fazla açık etmeyelim ama Dersu daha sonraları medeniyetle tanışır ve sonu iyi olmaz.Uygar insana egzotik bir cangıl gibi görünen yer aslında yerliler için oldukça kompleks, sistemli, bilinçli bir tarladır, zamanını, huyunu, nasıl yaklaşman gerektiğini bildiğinde cangıldaki meyvelerin tarlaya ekilen gıdalardan eksik kalır yanı yoktur. Cangılda yaşayan kabilenin de kendi içinde kuralları, eğitim sistemi, inançları, çekişme ve çatışmaları elbette vardır, bulunduğu coğrafya, nüfus faktörü ve başka şeyler dahilinde. Öyleyse buradan hem insanların aslında yoğun tarım faaliyetleriyle doğayı kirletmesine ve yormasına gerek olmadığı, iyi vahşiler gibi yaşandığında kişinin yine kendine yetebileceği sonucunu çıkartabilir hem de gerçekte cangılı işleyen, kullanan vahşilerin de o koşullar içinde ekip biçen, kirleten, yıkan, bozan insan kadar karmaşık ve saf dengenin dışında kalan bir canlı türü olduğu, yıkıcılığın insanın kodlarında her zaman var olduğu kanısına varabiliriz.Doğada etrafını etkilemeyen, sarfiyatı olmayan bir hayvan aradığımızda hayal kırıklığına uğrarız. Yoktur. Atalarımız tüketimde bizim kadar hızlı olsalardı insan nesli şimdiye kadar çoktan yeryüzünden silinmişti, ama bu onların da tüketmediği anlamına gelmiyor. Bir teoriye göre 11 bin yıl önce Kuzey Amerika’ya varan ilk insanlar olan Clovis’ler çeşitli memeli türlerini avlayarak ortadan kaldırdılar, bu türlere ait fosillerin pek çoğu Clovis’lerden önceki döneme tarihleniyor. Buna karşın Clovis’lerin Mamut’lardan başka hayvan türlerini avladıklarına dair kanıt yok, ortaya çıkartılanlar yalnızca geniş Mamut avı alanları. Üstelik aynı dönemde Sibirya ve başka bölgelerde de bir çok türün insanların etkisi ile değil iklimsel değişikliklere kurban gittiği yönünde bulgular var.Doğayla uyumlu yaşama ve doğuştan gelen bilgeliğe sahip çıkma (Jung’un da söz ettiği ‘insanlığın ortak bilinci,doğuştan gelen bilgiler’) unsurlarının bazı günümüz toplumlarında da etkilerini görebiliriz. Tek tanrılı dinlerin otoritesi altında yaşayan toplumlar gelenek, ahlak, dayanışma ve benzeri değerlere sahip çıkar, ne var ki çok tanrılı dinleri ya da ilkel şamanist, mitolojik, animist inançları uygulayan toplumların bu değerlere sahip çıkmakta geri kaldığına, çok ahlaksız, berbat durumda yaşadıklarına da şahit değiliz. Japonlar bunun en iyi örneğidir, nüfusunun büyük çoğunluğunun herhangi bir dine mensup olmadığını ifade ettiği, diğerlerinin de çok tanrılı Japon mitine, bir dinden çok felsefe olan Zen Budizmi, Şintoizme inandığı Japon toplumu geleneklerine en sıkı bağlı uluslardan biridir. Japon halkı ve Japon iktisadi kalkınmasının geleneklerden ve temiz ahlaktan feyz aldığı fikri Semavi dinlerin muhafazakarlarınca çok sık dile getirilir. Doğaya saygı, dürüstlük, cesaret, fiziki güçlülük ve çalışkanlık Japon kültürünün bildik öğeleridir. Japonlar, Çinliler, Hintliler kültürlerindeki bon sauvage’ı bazı unsurlarıyla günümüze taşımışlardır. Çoktanrılı inançların toplumlara bazı yönlerden daha fazla demokrasi kazandırdığı da söylenebilir. Öte yandan, Afrika halklarının birçoğunda buna rastlayamıyoruz. Misyonerlik, sömürü, açlık, fakirlik ve animist, feodal, kabileci, avcı toplayıcı geleneksel kültür çarpıştığında ortaya bir felaket çıkıyor. Afrika’nın zengin maneviyatı, soyluluğu medeniyetin ayakları altında can çekişiyor.Soylu vahşi miti romantik bir mübalağa olabilir ama önemli bir gerçeği yankılamaktadır. İlkel yaşam kusursuz değildir, doğal seleksiyonun insana armağanıdır, medeniyetten üstün olan yanları inkar edilemez. Vahşiler insanüstü değildir, insanın nasıl olması gerektiğini bilen insanlardır, insanın doğadaki yerini çok iyi bilirler. Dünyaya verdiğimiz bunca zarar, acı ve kan, doğuştan gelen kötülüğümüzden mi yoksa acizliğimizden mi? Doğayla uyum içinde yaşamak için fazla zayıf olabilir miyiz? Medeniyet aczimizin meyvesi mi? Neden olduğumuz bunca yıkımın ardından daha fazla doğurmaya, çoğalmaya hakkımız var mı?İnsanlıkla ilgili sorulacak daha sonsuz soru var. Bu medeniyet-soyluluk-ilkellik soruları da daha uzar gider. Önümüzdeki yazılarda anarko-primitivism‘e, yani meselenin birazcık siyasi kısmına girebiliriz. Bir de güvenlik, özgürlük meselesi var, uygarlığın getirdiği güvenlik ve konfor paranoyası ve hapsolmuşluk, ilkelliğin getirdiği özgürlük ve güvenlik. Noktayı şehirdeki odasında camdan bakarken dağlarını özleyen Dersu Uzala koysun filmden bir replikle: “İnsanlar bu kutularda nasıl yaşıyorlar?”