Sevgili Okuyucu, sen bu satırları okurken ben çok uzaklara gitmiş olacağım!

açık denizlere kaçırılmış bulutlar
açık denizlere kaçırılmış bulutlar

Buraya her geldiğimde, gelmeden önce yapmayı düşündüklerimin listesini yapardım. Ancak uzağında iken özlediklerime, yakınımda olunca pişman olacağım tavırlar sergiliyordum. Geçmiş zamandan anlatıyorum size bunları, haliyle zaman ilerledi. Zamanın kum tanelerine bölünüp, kapsüllere koyulsa da durdurulamayan kötü bir özelliği var. İlerlemek, geç algılanan ve hata yaptıktan sonra yaptıklarımızdan tecrübe edinmemizi sağlayan bir eylem benim için. Benler için ilerlemek bazılarının hoşuna gitmese de, onların gönlünü hoş edebileceğim bir dünyayı küçükken çizmiştim evin bahçesine. Hani şu, her Pazar mangal keyfi yapılan, çocuk seslerini ve onları uyaran, gölgede uyumaya çalışan dedelerini, mangalın başında sinekleri kovmakla kağıdı sallamak arasında kalmış cızbız mühendislerini, kames topla yakan topları, suda yüzen karpuzları, dibe çöken biraları, ortamdan medet uman uyanık arıları barındıran evlerin bahçeleri. Biraz ötesinde filesiz potasıyla çakma basketbol sahasında; kısa boyluyum diye beni katmadıkları basketbol maçlarının oynandığı asfalt zeminde, tebeşirle sınırları çizilmiş dünyamı görebilirdiniz. Her hafta silinen tebeşir izlerini, sınıftan aşırdığım tebeşirlerle tazelerdim.

pofuduk bulutlar
pofuduk bulutlar

İçine geçer, güler yüzlü gökyüzüne ve pofuduk bulutlarına bakardım. Bir keresinde öyle kaptırmıştım ki kendimi, komşu çocuklarından birinin fırlattığı basketbol topu darbesiyle kendime gelmiştim. O darbe sonrasında beynim uğulduyordu, kulağımı ateş basmıştı. İçimdeki hiddet önlenemezdi. Hemen abimin yanına koşup durumu anlattım. Ardından konuyu aile meclisine taşıdım ve sınır ötesi operasyon için gerekli oy çoğunluğunu almaya çalıştım. Annem duruma çocuğun ailesiyle diyalog kurulmasını öneriyordu, babam da diyalogdan yana tavır takınınca operasyon hayallerim suya düştü. O gece, babam çocuğun hangi okula gittiğini söyleyip asıl niyetini belli etti. Sabah uyanır uyanmaz, o okula gittim, yolda ilk bireysel silahım için gerekli olan malzemeleri aldım. Bir balon, kolay kolay kopmayan lastik ve kola şişesinin ağız kısmı. Balonun gereksiz kısmını kesip, kola şişesinin ağzına geçirdim. Lastikle balonu bir güzel sıkıştırdım. Silah hazırdı. İçine çam ağaçlarından topladığım sert kurşunları yerleştirdim. Ve okul kapısına pusu kurdum. Çocuğu kapıda görünce aralıksız attığım birkaç kurşun darbesinden sonra, üstüne çullanıp hıncımı aldım. O günden sonra bahçemize gelmedi, operasyon başarıyla tamamlandı.İşte o tebeşirle sınırlarını çizdiğim özgür dünyamın içindeyim şu anda. Gecenin ilerleyen saatlerinde bu açıkhava hatıra kutusuna birikenleri karıştırıyorum. Arada bir rüzgar yardımcı oluyor, derinlere inmeme. Dedemin cep saati, kahpe bileklikler, sağır deniz kabukları, karşılıksız olan öğrenciliğimden kalma biletler, büyümediğini öğrendiğim oyuncaklar ve ilk bireysel edindiğim silah. Hepsi buraya girince, herhangi bir parola söylemeden ortaya çıkıveren şeyler.O zamanlar aramızda tıpa diye tabir edilen silahla, kişiliğinde bazı şeylerini öldürdüğüm çocuk, kum tanelerinin yakınlarda düştüğü bir anda karşıma çıkıverdi. Namlunun ucunda bekleyen kurşun gibi bakışlarla her an saldırı pozisyonundaydık. Yaptığım hatanın bilincindeki ben, silahtan boşalan elimi ona dostça uzatıp selam verdim. Evlilik yüzüğünü hissettirircesine elimi sıkıp, karşılık verdi. Ardından kahveyle, gölge kabinede bir yerlerde sohbet etmeye karar verdik. Bir şeylerin acısını çıkarma ve hava atma kaygısındaki konuşmasında, karşılaştırma yöntemiyle ne kadar vahim durumda olduğum kanaatine varıldı. Beyazlattığı dişlerini gösteren gülüşüyle, hala; tebeşirle sınırlarını çizdiğim dünyada, ayin yapıp yapmadığımı sordu. Kaza geçirip, kaybettiğim aile bireyleriyle bir tek ordan iletişim kurabildiğimi söyledim. Hayal ettiğim kızla, bir tek orda buluşabildiğimi söyledim. Çalıştığım vasıfsız işten sonra dönüp orda birkaç sigara içtiğimi söyledim. Bunları söyleyince yaptığı hatayı anlamadı bile. Sadece saatine bakıp, iş toplantısına geç kaldığını ve bana istersem yardım edebileceğini söyledi. Bense, bana istersem bir tek kendimin yardımcı olabileceğini söyleyip gururlu ve bilinçli bir görüntü vermeye çalıştım. Halbuki, bir boka değmeyen bir insandım. Açıkhava hatıra kutusu dediğim, izmaritlerden geçilmeyen 4 metrekarelik bir alandan başka bir şey değildi.Kıçımdaki toz toprak izlerini temizleyip kalktım küçük dünyamdan ve eve geçtim. Banyo yapıp, televizyon izlemeye koyuldum. Gecenin bu saatinde 117 tane kanalın 40 tanesi garanti para ödüllü birkaç harfi verilen kelimeyi bulma, atasözünü bulma ve belli bir harfle başlayan şehirleri bulma oyunlarıyla yarışmacı çekmeye çalışıyordu, 35 tanesinde verilen telefon numarasını arayan kişiyi televizyondaki hatunla sıcak bir sohbetin beklediği belirtiliyordu, 20 tanesinde üstte bir maç ya da klip gösterilirken alt yazıda fiziksel özellikleri, yaşı ve oturduğu şehirle telefon numarasını veren insanların derdine derman aranıyordu, geri kalanında gündüz programlarının tekrarı vardı. Sonuç, hayal kırıklığıydı.

kadın
kadın

Gözümü kapayınca; braun ile alınmış tüysüz bacaklara, elidor ile rengini koruyan, pantene ile bilmem kaç kat daha fazla parlayan, blendax ile baş döndüren, H&S ile kepeksiz ve dove ile günlük nem ihtiyacı karşılanan saçlara, colgate ile bembeyaz gülüşlere sahip kadınlar geliyordu. Kadınlar güzeldi, güzelleşmeliydi. Ülkesi için, erkeği için, marka için, taşıdığı kıyafet için, yüzük için, kainat için, ılımlı olmak için, demokrasi için, Avrupa için, diğer kadınlardan bir adım önde olmak için, terfi için, reklam için, haber sunmak için ve güvenli seks için… televizyonu kaparken gözümü açtım. Güzellik belki çirkin olan benlerin ulaşamadığı bir şeydi, o yüzden gözümü kapayınca gördüğüm tüm güzelliklere ve güzellere tecavüz ediyordum.

pofuduk balatlar
pofuduk balatlar

Yavaşça aydınlanan güleryüzüne ve pofuduk balatlarına bakıp, uçsuz bucaksızları tıktığım, tebeşirle gömülü dünyanın vitrinine güzel bir kadın ve reklam aldım. Üstüne izinsiz kat çıkıp, orayı dayalı döşeli otopark haline getirdim. Artık çok param vardı. Saatim vardı çarkların devrine yetişmem için, yüzük vardı çarka takılanlara ilk gözdağını vermek için. O makama gelmek için söylediğim yıllanmış yalanların tedavisi için, reçeteli yenileri ve haraç isteyen eskileri vardı artık. Tam da üstüne dökmüştüm boyayı basket sahasının. Evin badanası için alınan, beyaz ve açık mavi kanlar tebeşirle sınırlarını çizdiğim dünyanın üstünde akıyordu. Mahkummuş gibi açıkhava hatıra kutusuna tıktığım tüm o nesneler, kişiler ve hevesleri özgürdü ya da ölüydü. Her devrimde olduğu gibi bu da kanlı olmuştu. Yaptığım devrim miydi?


Boyalı ellerimle dizlerimin üstünde yere çöktüm. Yerde tebeşir izi yoktu, sinirden terler dökülüyordu boyanın üstüne. Terler, gözyaşından daha asildir belki? Küçükken kurduğum dünya yıkılmıştı. Dışarıya çıkmak için değil, oradaki halime laf söyleyen komşu çocuğunun da etkisiyle tebeşirli sınırlarını uçsuz bucaksızlığa değişmek isteyen, reklâmlardakinin aksine baş döndürmeyen saçı, mükemmel sapsarı dişlere sahip gülüşleri ve gillettesiz yara bere içindeki traşlarıyla ne yapacağını şaşırmış ben boyadı, ben boyadım orayı. Uykusuzca oturup, buraya gelmeden önce planladıklarım geldi aklıma. Güya bir Pazar günü, ailemin anısına mangal yapıp bahçede keyif yapacaktım. O çocuğu gördüm ve tüm yaptıklarımdan sonra, şu anda buradayım. Burayı özlemiştim ama yine pişman olacağım şeyler yapmıştım. Terbiyesiz aklım, gökyüzündeki bulutlardan kadın göğüsleri hayal ediyordu. Bir yerlerde görmüştüm, bugün Dünya Emzirme Günüydü. Aklım, hayaline uygun biçimde kutluyordu bu günü. Ardından birkaç tane daha bulut, ağlayan bebeklere benzemiyor ama kaçmak ister bir halleri var benim gibi. Reçeteli yalanlardan, boyalı devrimlerden, ılıklaştırılmış neskafe üçü bir arada İslamlardan, kuponla dağıtılan tespihli ahlaklardan, dedikoduyla kızının hamile olduğunu öğrenen annelerden, ülke bayraklarının motif olduğu bikinilerle poz veren güzellerden ve o bayrak altında demokrasinin rozetiyle petrol yüzünden ölen diğer güzelliklerden kaçmak ister gibi…

Birkaç bulut beni nerelere götürebilirdi ki? Onlar da kaçamayacağını biliyordu tek başlarına, cesaretleri yoktu, cesetleri çoktu, acizlerdi. Birkaç esintiyle kaçırılmaya ümit bağlamışlardı. Ben de kabullenmiştim kaçamayacağımı. Şu an, açık denizlere kaçırılmış bulutların da bir ara yaptığı gibi bekliyordum kaçırılmayı. Tebeşirle çizdiğim o yasak bölgeyi, o mabedi, o yüzden inşa etmiştim; bir gün kaçmak, olmadı kaçırılmak için. O zamandan beri kimse kaçırmadı beni, asla kaçamadım.Not: Sevgili hafif ailesi, hepinizin olumlu olumsuz yorumları ve eleştirileri, yol göstericiliği ve yeni bilgileriyle geçen sürede herkesin bana çok şey kattığını belirtmek isterim. Bir veda yazısı yazmak zor ama bunu bulabildim. Buraya sebebini sığdırabileceğim bir cümle bulamadım. Şu ana kadar yazdıklarımda benden parçalar vardı, bu kadarını diyebilirim. Yazmakla olmuyor ne yazık ki. Beni dinlediğiniz için, olumlu olumsuz eleştirip tartıştığınız için sonsuz teşekkürler. Kalın sağlıcakla…