bildirgec.org

universideli

11 yıl önce üye olmuş, 9 yazı yazmış. 10 yorum yazmış.

Mazuriyet ve Mahzuriyet

universideli | 21 August 2009 09:48

Yaz sıcaklarının bastırdığı bir günde, kampüsün içlerine doğru öylesine yol alırken konferans salonuna bir gözatayım dedim. Meşhur sayılmayacak fakat muhtemelen güzel işlere imza atmış bir konuşmacı önünde masa ve sandalye, masanın üzerinde de mikrofon olmasına rağmen tipik ‘gençlere hürmeten’ konuşma üslubunca ayakta ve elinde mikrofonla anlatıyordu. Genelde sıkıcı olduğuna inandığım konuşmalar olurdu bu salonda fakat bu sefer ilgimi çeken bir konu vardı: Yazmak…

Konuşmacı 50’li yaşlarda bir hanımefendi. Uzun yıllar öğretmenlik yapmış, yazmaya aşık, fakat yazdıklarıyla çok da meşhur olamayan, ama yine de çok yazan bir yazar. Önce hayat hikayesini anlatıyor ve hayatının üstüne ‘yazma’ya ayırdığı zamanları ve getirilerini iliştiriyor. Yazmaya ne kadar tutkun olduğunu anlamamak mümkün değil, fakat dinleyen kitle üniversite gençliği olunca durum gittikçe zorlaşıyor tutkularını anlatırken sayın konuşmacı. Zira bir konuşmacı olarak, yazarlığı kadar başarı gösteremiyor sayın konuşmacı.

Hayat Musikîsi

universideli | 12 August 2009 12:11

İnsan, zaman akıp geçtikçe değil, hayatın özüne dair sırları çözdükçe olgunlaşır. Sır hazinedir. Hazine, yeryüzüne serpilmiş tohumlardır. Her tohum güzellikle açılır ve açılan her tohumda sırra ait ayrı bir hazine vardır. Herkes için farklı güzellikte olduğu kadar, açıklıkta da farklı derecelerdedir tohumların her biri. Kimine her tohum güzel iken, kimi için çirkinliğin tâ kendisidir. Hayata olgunlaştıkça güzel bakar insan ve güzel baktıkça olgunlaşır birer tohum gibi. Güzellik olur, güzellik görür ve güzel göreceklere birer tohum olur âdeta.

Hayat, bir oyun ve oyalanmadan ibaret imiş. Bu oyunda insan, güzelliklere bakıp şarkılara dönüşsün diye, aşk ile dönen notalar gibi beyaz. Sus işaretinde susmasını bilemediğinde harmoniyi bozarak bestekârı kızdıran ve vermesi gerektiği sesi veremediğinde sessizliğe haksızlık edip isyankâr olan bir nota…

Recep İvedik ve Samimiyet

universideli | 22 March 2009 10:23

Kim inanırdı ki magandalardan bu kadar nefret eden bir ülkede en çok sevilen karakterlerden birisi maganda olacak ve filmi milyonlarca insan tarafından izlenilip, esprileri ağızlara sakız olacak? Recep İvedik tabir yerindeyse magandalığın dibe vurumudur ve öyle inanıyorum ki ondan ötesi gerçek hayatta mümkün değil barınamaz. Peki, nedir onun bu kadar sevilmesinin ve neredeyse bir halk kahramanına dönüşmesinin sebebi?

Türk sinemasının son yıllarda çok güzel ve özgün filmler ürettiğine şahit olduk. Vizontele, Gora ve Arog, Güneşi Gördüm, Beyaz Melek, Issız Adam ve daha onlarca güzel filmi büyük beğeniyle izledik. Bu filmlerde senaryoların hep kuvvetli olduğuna dair genel bir kanımız vardı ve yerindeydi de. Öte yandan Recep İvedik 1 ve 2’nin her ikisinin de senaryolarının zayıf olduğunu inkar etmenin diğer filmlere haksızlık olacağını kabul etmek gerekirse, Recep İvedik’in bu kadar izlenmesinin ve bu karakterin her hareketinin sempatik görülmesinin nedeni nedir diye sormak istiyorum? Bir diğer ve asıl soru: Şahan Gökbakar bu karakteri hangi kaynaktan beslenerek üretmiştir?

Toplumsal bir çöküşün son yıllarda hızlandığı ve batılılaşmanın yanlış anlaşıldığı ülkemizde, sanıyorum çarpık kişilik oturmaları gerçekleşiyor. Buna hergün ve her ortamda şahit oluyoruz. Lise ve ilköğretim okullarımızda bile flörtlerin olduğunu, her türlü körelmenin ve bayağılaşmanın yaşandığını görmemek mümkün değil artık. Teknolojinin getirdiği iletişim imkanlarını kullanma şeklimiz neredeyse tamamen kişiliklerimize ve zihinlerimize tecavüze yönelik. Evet, çok şey biliyoruz gençler olarak ama bildiklerimizi kimden öğrendiğimiz meçhul olan bir sanal dünyanın içinde yaşıyor, erken yaşlanıyoruz. Sezen Aksu’nun deyimiyle “Bebeler ergen doğuyor” artık ve erken ergenleşen bizler, gerçek ergenlere kulak asmıyor, kendimizi herkesten üstün görüyor, erken ölüyoruz. Ortaya çıkan genç, samimiyetsiz ilişkiler yumağında erken yaşlanmış, ne için yaşadığını bilmeyen, alabildiğine serkeş ve gamsız. Bugünlerde tabir edilen ‘tiki’ tiplemesi ise gençliğin yuvarlandığı çukurun en dibinde uyarı niteliğinde yanıp sönen enkaz feneri gibi. Ve tabir yerindeyse samimiyetsizliğin zirve noktasında duran insan modeli.

ALDATMADAKİ ALDANMIŞLIK

universideli | 29 September 2007 12:23

En çok kendimizi aldatırız şu üstü örtülü dünyada. Farketmeden birçok kez kendi ayaklarımıza kapanır ve bildiğimiz doğrudan şaşmak için binbir yalan söyleriz kendimize. İnanmış gibi yapıp yanlışlarımızla yaşarız, her nekadar bahsi geçtiğinde en doğru insanın ‘ben’ olduğumuzu ve en doğru doğruları bilen kişinin kendimiz olduğumuzu düşünsek de.

Aldatmak; üç günlük ömrün en acı yanıdır insan için. Aldatanın asıl aldanan olduğunu anlamayacak kadar aciz olduğumuzu bize en kısa yoldan anlatan bir yanlışlar yumağıdır boğazımıza çöreklenen. Ne sevgiliyi aldatmak, ne de bir başkasını; en üzücü olan kendini aldatmaktır. Açık gözlerin gerçeklere kapalı yaşaması kadar acı olabilir! Hayat bir nehir ise ve terse kayık çekenlerin hiçbiri akıntıya karşı gelememişse, düşünmeyen var mıdır nehrin sonunda nereye varacağını; var mıdır ki bu kadar aldatabilen kendini, kürek çekmek için nehre koyulduğunu düşünecek kadar mesela. Başlangıcı doğum olan hayatta geriye kürek çekmenin beyhude olduğunu anlamak için az biraz düşünmek yetmez mi ki? Bir uyku gibi geçen hayatlarımızın değerinin ne olduğunu, nehrin her bir dehlizi bir enstrumental tadında kalbimize akıtırken, kürekleri ve kayığı sevmek asıl divanelik değildir de nedir? Akıntıda aşkla kürek çekersek nehrin sonunda ayaklarımıza serilecek cennet-asâ bir bahar bekliyor, inanmazsan nehre bak; her damlada parıltısını göreceksin baharın. Aldanma ve aldatma kalbini iç buhranlarınla. Özünden akan nehirle ak nehrin özünde. Yaşlı bir ağaç dalına takılıp da düşme nehrin gözüne. Aldatma, ve aldanma nehrin ters akıyor gibi görünmesine. Nehrin sonuna ereceksin bil, ve hatırla…Uyan varlığının her ilmiğinde ve uyandır karanlıklarında yatan aldanmış benliğini. Ne uykuyu sev, ne de uykuda olduğunu unut, gaflete düşme. Sev sevebildiğin kadar nehrin ötesindeki Varlıklar üstü Varlığı, ve kaybol aşkların en güzelinde özünden geçen özün özünü bularak…Hayat, kapakları açık içi kapalı gözlerin biricik sevgilisi…ve insan; aldanmışlığında boğulan nehir sevdalısı bir kalbin yegane taşıyıcısı…kâh aldatarak aldanan, kâh karaya oturmak için kayığa tutunup ayağıyla dibi ararken boğulan…

Yaşayarak Öldüm, Yaşadım Ölerek…

universideli | 28 September 2007 11:28

Önce hayata hayatla başladım.
Ardından geldi her şey. Bakıp görmelerim, duyup hissetmelerim, yapıp etmelerim, fikretmelerim. Hayatla kuruldu, tüm bağlarım; canlıydım ki görüyordum, canlıydım ki hissediyordum, canlıydım ki düşünüyordum, canlıydım ki … yaşıyordum. ’ Yaşam ’ denilen o öncesi ve sonrası meçhul zincirin, artık ben de bir halkasıydım, bu zincirdi ki bağlamıştı beni evrene, bu zincirdi ki hapsetmişti beni zamana ve mekana, bu zincirdi ki duyumsatmıştı bana zindanımı ya da tersten okumayla bu zincirdi ki kamçılamıştı bendeki hürriyet aşkını, zamansız ve mekansız bir evren özlemini. Hayat bir zincirdi ve zinciri kırmaya tek çare de yine kendisiydi.

“Hayat”sız … “can”sız … “ölü” ?…
Derdim olmuştu artık hayat, dermanımsa yine yaşamak! Hayat, Janus’un iki yüzü: bir yanı esaret,bir yanı hürriyet; bir yanı muvakkat, bir yanı ebedi; bir yanı korku, bir yanı ümit; bir yanı yaşam, bir yanı … ölüm. Bense arafta salınan bir sarkaçtım; kimi zaman ölü,hep yaşamak zorunda olan, kimi zaman diriydim. Ama hep yaşıyordum. Yaşıyordum ki vardım: bazen ‘can’lı, bazen’ölü’ ; ama hep ‘var’dım, yaşıyordum ve vardım; bazen canlı, bazen ölü …Ben hayatı, beni evrene [ve dahi ötesine] bağlayan zincir olarak tanımlarken “kainatın rabıta-i ittihadı[birarada tutan bağ ]” diyordu Said Nursi hayat için.Ya da Tolstoy’un kelimeleriyle aynı anlam farklı bir libasa bürünüyordu: “insanın kainatla olan ilişkisidir hayat” .Beni kainata bağlayan bağ idi hayat, ve dahi varlığa. Ama sadece dünyaya değil tüm kainata ve dahi ötelere; yalnız bu zamana değil, bütün geçmiş ve geleceğe, ezel ve ebede. Değil mi ki hayatın bir yüzü esaret, bir yüzü hürriyet derken sonsuza nispetle dünyanın zindan oluşunu kastediyordum; öyleyse dünyayla yetinemezdim, dünyanın ‘olma’dığı bir uzam-zamandan gelmişti benim ‘hayat’ım ve onun ‘olma’yacağı bir uzam-zamana değin uzanıyordu madem, o zaman dünya beni kuşatamazdı. İşte bu yüzdendi kendimi esir hissedişim, bu yüzdendi korkum … öl[üm] …Yine hayattı ki hür hissetmemi sağlayan kendimi, yine hayattı ‘ümid’e sevkeden beni. Çünkü ben ‘hayy’dım ve sımsıkı bağlıydım son[suz]a, ‘hayy’dım ve ‘hürr’düm.Hürr oluşumdandı ‘ruh’umun sınırtanımazlığı, cesedimde yerleşememesi, yakazada ya da menamda, bir fırsatını buldukça ötelere kaçıp gitmesi ve cesedim… öl[üm] … Hürr oluşumdandı kalbimin kalbimde sınırlı kalamaması . Hürr oluşumdandı aklımın dahi sınırtanımazlığı,yetinememesi beynimle,her daim açılması enginlere.Anlamıştım ki beni ‘esir’ eden ancak sınırlı cismimdi, ama o dahi ‘can’lı olmasıyla kendinde bir sınırsızı barındırıyordu ve bir nebze olsun hissettiriyordu bana sınırsızlığı. Hayattı asıl bağım sonsuzla, sonra; canlı olan neyim varsa: ruhum, kalbim, aklım .. ve dahi cesedim …Derken ruhum bedenime, kalbim kalbime, aklım beynime sığmaz olunca; o malum ve şöhretikötü ‘son’ benim de başlangıcım olacaktı. Bir japongülünün her gün yaşayageldiği ölüm bana da uğrayacaktı ‘son’unda, ama illa ki ‘uc’unda bir ‘dirim’le; ölüm ‘yaşam’ın bir ‘son[uç]’uydu belki ama ‘son’u ölümse ‘uc’u ‘dirim’di.
Ve öldüm ben de ‘son’unda, fakat hep yaşayarak, sadece yaşayarak.
Yaşayarak öldüm ve ölerek yaşadım.

Sonra hayata ölümle devam ettim.

16 öğrenci hayal gücünü çalıştırdı, günlük hayat için 13 proje geliştirdi,peki niçin?

universideli | 27 September 2007 15:01

Günlük hayatta kullandığımız ve karşılaştığımız biçok şey stratejilerin ürünüdür. Yediğimiz ekmeğin gramajından, aldığımız çayın ambalajının rengine kadar strateji bombardımanı altındayızdır. Kırmızı ve beyazın çok kullanılarak milli duyguların farkettirmeden harekete geçirilmesi gibi. Bunu çok iyi kullanan uluslararası firmalardan biri de hiç şüphesiz Nokia. Katıldığım bir ekonomi konferansında konuşmacının kullanılan telefon markalarını sorması üzerine herkesin elinin “nokia” dendiğinde kalkması bu açıdan manidardır. “Marketing strategies” e dikkat etmeyen ve kendini yenilemeyen firmalar, esnaflar ve her türlü üretici günümüzde devrilmeye yüz tutmaktadır. Buna kapitalizmin gücü mü denir ne denir bilemem. Ama muhakkak olan şudur ki kendini yenilemeyen sınıfta kalır. Herneyse, Nokia’nın yaptığı bir çalışma ilgimi çekti. Nokia, İTÜ Endüstri Ürünleri Tasarım Bölümü yüksek lisans programında “Advanced Design Project II” dersini alan bazı Türk öğrencilerle bir çalışma yapıyor ve amaç olarak “Öğrencilerin endüstriyle ilişki içinde proje yapması” gösteriliyor. Tabi bu açıdan bakıldığında hoş. Yani Türk öğrencilerimizin kendilerine birşeyler katması, deneyim sahibi olması ve başarılı olabileceğini göstermesi açısından. Ama tabi kazanan yine “Onlar”…Hem de insanımızın duygusal yanlarını kendimiz tepsilerine sunuyoruz ve sebep ne? “Onlar” daha çok kazansın…Bizim de kazandığımız birşeyler olacak diye “Onlar”ın daha çok kazanmasına çalışmak ne kadar mantıklıdır varın siz karar verin, ancak toplumun hassasiyetlerini ticari amaçlara alet etmeye yardımcı olmak bilimin işiyse eğer, tüm ticari kârları biraraya getirseniz ne faydası var? Demem o ki: Bizi biz yapan değerleri, bizi bizden vazgeçirmek isteyenlere bilim üretip çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşacağız diye satmayalım…Aksi takdirde biz de Amerika gibi birbirini sevdiğinden kucakladığında “gay” muamelesi gören bir toplum haline geliriz…Maazallah…

Çocuk Olmak…

universideli | 27 September 2007 14:13

Çocuk olmak ya da çocukça kalmak. Hiç günahsız doğup yaşayabilmek. Belki de böyle olduğunu bilebilmek. Musallaya çocukça bir oyun için uzanmak, ya da musallanın ateşini ensende hissetmek. Gözlerin ilk açılışından son kapanışına kadar çocukça oyunlar oynayabilmek. Hayaller Parkında arkadaşlar bulmak kendine, güvenilir ve vefakâr. Sonra yürümek Hayaller Parkı’nın çocukluğunda. Ensende bahar nefesini hissedebilmek bu seferliğine. Gözlerine bakabilmek arkadaşlarının hiç ihanetsiz ve hayalperest. Bulutların nefesiyle doyabilmek ve güneşte kızartabilmek içindeki hayalci çocuk aşklarını. Sonra O’na tabî olup yürüyebilmek. Hatta koşabilmek hiç tereddütsüz. Sonunda varmak Hayaller Parkı Durağı’na. Artık hayallerle yaşayabilmek gerçekçi. Ya da hayalleri ateşe atıp onların içinde yüzebilmek acı verse de.

Karanlıktaki Aydınlarımız

universideli | 27 September 2007 10:26

‘Bir ışık kaynağı’nın aydınlığına maruz kalan karanlıktaki bazı aydınlarımız, bugünlerde ‘Atış Hattı’ formatlı bir takım televizyon programlarında olanca güçleriyle süt dökmüş aydın portreleri sergiliyorlar. Seçim öncesindeki vahşi pişik hallerinden eser yok. AKP karşıtı söylemlerinin en çok AKP’ye yaradığını anlamaları geç olsa da, misafirlikte annesinden dayak yemiş çocuk misali birer köşeye kıvrılıp, ‘Anne vurma’ tavırları, sokaktaki iki kişiden birinin gülümsemesine neden olması bakımından çok hoş. Fakat uslanmayan ve karanlıkta kalmayı yeğleyen bu aydınlarımız üsluplarını değiştirmiş gibi görünseler de aynı amaca hizmet etmeye devam ediyorlar. O amacın çıkış noktasında da halkı cahil gören ve ‘biz doğrusunu biliriz’ yılanları çöreklenmiş durumda. Verilmek istenen mesajla söylenenler çok farklı aslında. Ne de olsa köşelerinde insanları yönlendirmek için her türlü manayı istedikleri kalıplarla sunup, bilinçaltı oynamalarına sebep olabilmeye talimliler.Felaket tellallığı meşhurdur bizim medyada. Kimisi rejimin elden gidiyor olduğunu söyler böğrünü parçalayarak, kimisi İran’a benzediğimizi, kimisi de vatanın karış karış satıldığını. Olayları okumak istediği gibi okuyanlar henüz okur-yazarlık seviyesine ulaşamamış bazı aydınlarımızdır diyebiliriz bu bakımdan. E bir ülkenin okur-yazar denilen insanları okuma-yazmayı henüz çözemedilerse ‘Vay o ülkenin haline’. Bu açıdan cennet vatanımın aklı başında gençlerinin karanlıktaki aydınları dinleyip de zihinlerini köreltmemesi çok önemli ve üzerinde çalışılması gereken bir mesele gibi geliyor. Her görüşü bilmek güzeldir ancak görüşlerin altındaki düşünceler genelde karanlık kökenli ise ve körpe beyinler bu düşüncelerin altında ezilip karanlık koridorlarda bir sağa bir sola çarpa çarpa kendi özlerinden geçeceklerse eğer, olmaz olsun öyle çok seslilik. ‘Her düşünceyi bilmek gerekir’ fikri kulağa hoş ve mantıklı gelse de bu her insan için geçerli değildir sanırım. Her insan bir üst seviyedekine göre daha çocuktur ve duyması gerekenler üst seviyedekinden daha azıdır. Daha son yüzyıl tarihini bile bilmeyen gençlerimizin siyasi dehalar gibi ortalıkta atıp tutmalarının ve aslında söylediklerinin birer gazete kupürü olmasının, karanlıktaki aydınlarımıza özenmelerinin bir sonucu olduğunu görmek çok da güç değildir. Hey gidi gazeteler gibi konuşan milletim…Söylediklerinin ne olduğu çok da önemli değil gençlerimizin, onlar ses duyurma arzusunu taşıyor. Karanlıktakilerin sesi çıkıyor ve onlar ilgi görüyor ya, neden gençler de sesini duyurmak istemesin ki. Hele hele ‘Gençler’in düşüncelerine hiç değer verilmiyor’ diyen ve aynı zamanda gençlerin aklı başında insanlar olmasından korkup uykuları kaçan aydınların olduğu güzel vatanımda.Kısacası, körelmesi istenen koca bir altın neslimiz var ve köşelerinden atıp tutanlar bir gençliği karanlıklarına çekmek istiyorlar. Belki aralarında bazıları Abdülhamid’i anlamayan aydınlar misalidir ve dileğimiz onların da karanlıktan uyanıp, aydın görünen karakafalılara örnek olmasıdır. Bir neslin daha derdest edilmesine bu vatanın tahammülü yoktur. Her gencimiz itinayla ilmin ışık gölgesindeki aydınları bulmalı ve onlara sımsıkı sarılmalıdır. Yoksa kaybeden hem bir nesil, hem kaybeden bir neslin sonrasında gelecek olan diğer nesiller olacaktır. En kötüsü ise kaybeden nesillerin kaybetmesine seyirci kalmasından ötürü olanlara sebep olup herşeyini kaybedenlerden olacak olan günümüz nesli, yani bizler olacağızdır…

Hey Gidi Silah; Sızlanma!

universideli | 22 September 2007 20:48

Dünyamızın insanlara emanet edildiği son birkaç bin yıldır sürekli savaşlar yapıyoruz ve hangimize sorulsa mutlaka barışı istediğimizi söylüyoruz. Dünya çapında bir anket yapıldığında neredeyse insanların yüzde yüzü barış istediğini söylüyor. Hâl böyleyken bir yerlerde sürekli birileri ölüyor ve biz barış yanlısı olan tüm insanlar olarak yine kendi hayatlarımızı en rahat halimizle sürdürmeye devam ediyoruz. Gelecek savaşının ortasındayken bile penceremizdeki savaş çiçeklerini sulamaya devam ediyoruz. Madem ki tüm insanlık barış istiyor, madem ki dünyayı insanlar yönetiyor, neden her yıl haberlerde tüm dünyaya medeniyet örneği gösterilen ve barışın savunucusu olan toplumlar savunmaya (!) eğitimden, yani insana değer vermeyi öğretmekten, bütçelerinden daha fazla pay ayırıyorlar(?)Olmasının belki ,hatta kesin imkansız olduğunu herkesin bildiği bir şey vardır ki, bu da dünyanın silahsızlandırılmasıdır. Fakat bunu birilerine anlattığımda bana saldırma dürtüsünün insanların içinden silinemeyeceğini söylüyorlar. Peki öyleyse insanları ‘Barış’ ülkesine çekmeye çalışmalarımız da neden? Ya da binlerce insanın bir yerlerde füze patladığı zaman sokaklara dökülüp barış diye inlemeleri?İnsanlar mutluluğun peşindedir. Evet mutluluğun peşindedir ve mutluluğun olması için de savaşın olmaması gerekir ki bu da silahsızlanmayla ve saldırmayla ilgili tüm araç ve gereçlerin ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşebilir. Bahsettiğimiz gibi ülkeler sürekli savunmaya bütçelerinden büyük paylar ayırıyorlar. Biz insanlar (yani sessiz toplum) belki hiç düşünmüyoruz veya düşünmememiz için sürekli bizleri başka şeylerle meşgul ediyorlar ama savaş için bu kadar fazla harcama yapılmasının sonucunda çok büyük savaşların olacağını göremiyor muyuz ki buna bir dur demek için çaba sarfetmiyoruz ve bir gün torunlarımızın, belki çocuklarımızın ve hatta kendimizin bir barınakta füzelerden korunmak için kalabileceğimizi hesaba hiç mi katmıyoruz, ya da katamıyoruz. Silahların sızlandığını ,artık öldürmeyi istemediklerini duyamıyor muyuz?