Önce hayata hayatla başladım.Ardından geldi her şey. Bakıp görmelerim, duyup hissetmelerim, yapıp etmelerim, fikretmelerim. Hayatla kuruldu, tüm bağlarım; canlıydım ki görüyordum, canlıydım ki hissediyordum, canlıydım ki düşünüyordum, canlıydım ki … yaşıyordum. ’ Yaşam ’ denilen o öncesi ve sonrası meçhul zincirin, artık ben de bir halkasıydım, bu zincirdi ki bağlamıştı beni evrene, bu zincirdi ki hapsetmişti beni zamana ve mekana, bu zincirdi ki duyumsatmıştı bana zindanımı ya da tersten okumayla bu zincirdi ki kamçılamıştı bendeki hürriyet aşkını, zamansız ve mekansız bir evren özlemini. Hayat bir zincirdi ve zinciri kırmaya tek çare de yine kendisiydi.

“Hayat”sız … “can”sız … “ölü” ?…Derdim olmuştu artık hayat, dermanımsa yine yaşamak! Hayat, Janus’un iki yüzü: bir yanı esaret,bir yanı hürriyet; bir yanı muvakkat, bir yanı ebedi; bir yanı korku, bir yanı ümit; bir yanı yaşam, bir yanı … ölüm. Bense arafta salınan bir sarkaçtım; kimi zaman ölü,hep yaşamak zorunda olan, kimi zaman diriydim. Ama hep yaşıyordum. Yaşıyordum ki vardım: bazen ‘can’lı, bazen’ölü’ ; ama hep ‘var’dım, yaşıyordum ve vardım; bazen canlı, bazen ölü …Ben hayatı, beni evrene [ve dahi ötesine] bağlayan zincir olarak tanımlarken “kainatın rabıta-i ittihadı[birarada tutan bağ ]” diyordu Said Nursi hayat için.Ya da Tolstoy’un kelimeleriyle aynı anlam farklı bir libasa bürünüyordu: “insanın kainatla olan ilişkisidir hayat” .Beni kainata bağlayan bağ idi hayat, ve dahi varlığa. Ama sadece dünyaya değil tüm kainata ve dahi ötelere; yalnız bu zamana değil, bütün geçmiş ve geleceğe, ezel ve ebede. Değil mi ki hayatın bir yüzü esaret, bir yüzü hürriyet derken sonsuza nispetle dünyanın zindan oluşunu kastediyordum; öyleyse dünyayla yetinemezdim, dünyanın ‘olma’dığı bir uzam-zamandan gelmişti benim ‘hayat’ım ve onun ‘olma’yacağı bir uzam-zamana değin uzanıyordu madem, o zaman dünya beni kuşatamazdı. İşte bu yüzdendi kendimi esir hissedişim, bu yüzdendi korkum … öl[üm] …Yine hayattı ki hür hissetmemi sağlayan kendimi, yine hayattı ‘ümid’e sevkeden beni. Çünkü ben ‘hayy’dım ve sımsıkı bağlıydım son[suz]a, ‘hayy’dım ve ‘hürr’düm.Hürr oluşumdandı ‘ruh’umun sınırtanımazlığı, cesedimde yerleşememesi, yakazada ya da menamda, bir fırsatını buldukça ötelere kaçıp gitmesi ve cesedim… öl[üm] … Hürr oluşumdandı kalbimin kalbimde sınırlı kalamaması . Hürr oluşumdandı aklımın dahi sınırtanımazlığı,yetinememesi beynimle,her daim açılması enginlere.Anlamıştım ki beni ‘esir’ eden ancak sınırlı cismimdi, ama o dahi ‘can’lı olmasıyla kendinde bir sınırsızı barındırıyordu ve bir nebze olsun hissettiriyordu bana sınırsızlığı. Hayattı asıl bağım sonsuzla, sonra; canlı olan neyim varsa: ruhum, kalbim, aklım .. ve dahi cesedim …Derken ruhum bedenime, kalbim kalbime, aklım beynime sığmaz olunca; o malum ve şöhretikötü ‘son’ benim de başlangıcım olacaktı. Bir japongülünün her gün yaşayageldiği ölüm bana da uğrayacaktı ‘son’unda, ama illa ki ‘uc’unda bir ‘dirim’le; ölüm ‘yaşam’ın bir ‘son[uç]’uydu belki ama ‘son’u ölümse ‘uc’u ‘dirim’di.Ve öldüm ben de ‘son’unda, fakat hep yaşayarak, sadece yaşayarak.Yaşayarak öldüm ve ölerek yaşadım.Sonra hayata ölümle devam ettim.