bildirgec.org

INTERNET CAFEE

11 yıl önce üye olmuş, 42 yazı yazmış. 2065 yorum yazmış.

Süleyman’ın Fakirhanesi

INTERNET CAFEE | 06 August 2007 14:46

Süleyman Efendi Kuledibi Sokak’tan ağır ağır indi evinin önüne. Cebinden anahtar destesini çıkardı, kapıyı usulca açtı. Bazen eski alışkanlığı nükseder, kapının tokmağına giderdi eli. Karısı Münevver fakirlikten ve eskimiş dökülmüş dede yadigarı evden bunalıp, şu Karadenizli müteahhit bozması it oğlu ite kaçalı kaç sene olmuştu aslında. Beş koca yıl dile kolay. O zamandan beri kendi eliyle açmıştı kapıyı oysa. İnsanın alışması için yeterince uzun bir süre. Ailesinin Binsekizyüzyirmibirden beri Karaköy’de tütün toptancılığı yaptığı dükkan cigara denilen meret el kadar paketlere girince iş yapmaz olmuş, eskimiş, kendisi gibi yarı yıkık bir hale gelmişti. Geçimini sağlamak için önce dükkanı satıp parasını yemiş, sonrada tapu dairesinde memurluğa girmişti Süleyman Efendi. Aldığı üç kuruş maaş ay sonunu getirmeye yetmeyince de karısı kaçmıştı işte.

Dolaptan çıkardığı domatesi, biberi, peyniri söğüş yapıp bir tabağa koydu, sonra da kavunu doğrarken ıslıkla nihavend longayı çaldığını fark edince koltuğunu altında eve soktuğu ufaklığın yegane neşe kaynağı olduğunu kalbinin, aklından önce anladığını fark etti. Aslan sütünü kadehe koyduktan sonra tepsisini pencerenin önüne koydu, sonra da pikabı açıp iğnesini otuzüçlüğün üstüne yerleştirdi. Plak dönmeye başlayıp da kadehinden bir yudum alınca iyice keyfi yerine geldi. Ne güzeldi şu meret.

Artık ev iyice harap olmuştu. Koca evde yalnızlıktan bunalıp paraya da sıkışınca, önce üst katlardaki odaları kiraya vermeye kalkmış, ancak kirasını ödeyemeyen kiracılardan parayı istemeye mizacı uygun olmadığı için bir süre sonra bu pansiyonculuk sevdasından vaz geçmişti. Aslından eve çok talip vardı. Güzelim ahşap evi yıkıp betondan binayı dikmek karşılığında kendisine üç daire vermeyi teklif ettiğinde tanışmamış mıydı o it oğlu itle zaten. Herifçioğlu gide gele karısı ile işi pişirmemiş miydi. Hem babası ölürken söz vermemiş miydi kendisine, evi satmayacağım, emaneti kimsenin görmesine izin vermeyeceğim. Sahibi almaya gelinceye kadar saklayacağım diye. Nasıl satacaktı yedi kuşaktan beri yaşadıkları bu evi. Çocukluktan kendisine belletildiği gibi kendisiyle aynı adı taşıyan Süleyman adlı büyük dedesi getirip yerleştirmişti evin altındaki kilere. Şimdi Süleyman Efendi de bekçilik görevini ömrü yettiği sürece yerine getirecekti. Ancak çözümsüz bir sorunu vardı: erkek evladı yoktu sırasını devredecek. Bu emanetin sahibi geri dönmek için elini çabuk tutsa iyi olur diye düşündü. Baktı ilk kadehin ortasına gelmiş, ilk cigarasını yakmak için uzattı pakede elini.

Süleyman’ın Baba Ocağı

INTERNET CAFEE | 04 August 2007 10:55

On gün olmuştu Süleyman Osmanlı’nın başkentinden ayrılalı. Ocaktan güç bela izin almış, ortabaşı hakkıya iki altın lira da rüşvet vermişti. Dimitri mi yoksa Ruslav mı olduğunu bilmediği adı kadar emindi altınların çoktan Galata’daki meyhanelerde şaraba ve aşka dönüştüğüne. Sekiz altın lirayı ise Defter-i Hümayun’daki ibne bakışlı çelebiye toka ederek öğrenmişti köyünün ve ailesinin adını. Dört yaşında olduğunu söylüyordu nerede ise boyu kadar olan defter, anasının kucağından Osmanlı’nın kucağına geçtiğinde. Yirmiiki senedir babasının tam ayrılık anında kulağına söylediği muhakkak dönmelisin sözünü unutamamıştı. Dönmesi lazım geldiğini biliyordu.

Gün ağarıyordu Jezerski dedikleri bu köye girerken Sancağın baş şehri Saray’dan bir günlük yolda ve düz bir ovada idi. Saray’daki handa kaldığı gece, boyundan, posundan, gür bıyığından, yer titreten yürümesinden ve belindeki koca saldırmasından Yeniçeri olduğunu anlıyacaklar diye biraz da çekinmişti. Gerçi tebdili kıyafet idi ama olsun. Osmanlı’nın gizli, saklı çok düşmanı vardı. Köye girince hemen tanıdı. Evini de gözü kapalı buldu Süleyman. Bu tanıma anı, ömründen geçen yıllara rağmen çocukluğunun tüm anılarını kafasında kapalı duran çekmeceden fırlayıp çıkmıştı. Nerede ise anasının dilini bile konuşacaktı. Evin önüne geldiğindde bir parça şaşırdı. Hatırladığında daha büyük bir ev idi bu. Oldukça varlıklı bir ailenin evine benziyordu. Bu kadar zengin aileler oğlan çocuklarını Osmanlı’ya vermektense yüklü bir kurtulmalık ile hallederlerdi işlerini. Tuhaf doğrusu. Ağır meşe kapıya vurdu. Açın diye bağırdı yüksek sesle.

Süleyman’ın Hazinesi

INTERNET CAFEE | 03 August 2007 15:38

On ikinci ortanın yüzyirmisekizinci adamıydı Süleyman. Ortabaşı’nın adı Hakkı idi ve bileği en kalın bıyığı en gür olanıydı ortanın. Gözü fena halde kara, yüzü fena halde yaralı idi. Kırkından fazla var olduğu belliydi. Gözlerinin yeşilinden Tuna’nın kıyısında oturan Gagavuzlardan olduğunu belli ediyordu. Bu renk menekşeler ancak Deliorman’ın köylerinde yetişirdi. Ortaağası ise kendi gibi Süleyman adında bir yiğitti. Bu yiğidin de pek yapılı, pek yürekli olduğu kadar şaraba ve Rum kadınlarına dayanıksızlığı, Dersaadet’in meyhanelerinde sabaha kadar Büyük Adalı Katerina ile içtiği sonra da seviştiği tüm ortanın dilinde idi. Ancak öküz kuvvetine sahip olan Ağa’nın yanında insanın bildiklerini belli etmeye kalkması değil kulağından, canından bile olmasına rahatlıkla yeterdi. Gelelim asıl meselemize. Saray’ın Gülhane yanındaki duvarının dibindeki küçük köşkünde oturan ve Kapalıçarşı’da kuyumculuk işi ile iştigal eden Seferis Ağa isimli uyanık Rum’u, Dobruca’da ayaklanan Bulgar’ların üstüne yürüdükleri seferde, isyancıları kıydıkları köyde girdiği evlerden birinde bulup da usulca koynuna attığı som altından yapılma kaşıkları satmak için gittiği Kapalıçarşı’dan tanıyordu. Kaşıkları oniki altın sikke ile değiştirdi Seferis tezgah altından. Sikkeleri ise rüşvet olarak kullanacaktı Süleyman daha sonra. Devlet-i Ali Osmaniye’nin Yeniçeri ocağına kaydetmek için küçük yaşta topladığı çocukların nereden geldiğini kayıt altına aldığından adı gibi emindi Sülayman. Gerçi babasının koyduğu adı Yorgo muydu, İvan mıydı ondan pek emin değildi ama neyse.

Yolunda Yürüyen Gichin

INTERNET CAFEE | 03 August 2007 11:09

Çıplak Elin Yolu, Yaşam Yolum
Çıplak Elin Yolu, Yaşam Yolum

Ustanın hayatı ile ilgili ilk yazım warnock nanesine takılıp kalınca devamını yazmak farz oldu. Meiji iktidarının ilk yılı olan 1968’de doğduğu halde Tokyo Tıp Okulunun sınavlarına girmek için yaşını küçülterek sınava girip kazandığı halde kayıt yaptıramamasının nedeni tepe perçeminin kesilmesi gerekliliği idi. Yüzyıllardır Japon erkeğinin olgunluk ve ihsan sahibi olduğunun göstergesi olan tepe perçeminin yasaklanmasının yaratttığı çatışmanın en güçlü olduğu yer Okinawa adasıdır. Japonya’nın geleceğinin Batı’nın düşüncelerini kabul etmekte olduğunu kabul etmekte olduğuna inananlar ile bunun karşısında olanlar hükümetin yaptığı her reform hakkında tam bir kavga halindeydiler. Yasaklama eyleminin karşısında olanlar günümüz Türkiye’sine tezat oluşturacak halde Kaiko-To, yani Aydınlanma Partisi adını almışlardı.

Gichin’in Çocukluğu

INTERNET CAFEE | 31 July 2007 15:38

Hasta ve zayıf bir çocuktu Gichin. 1868’de soğuk bir kasım sabahı doğmuştu. Babasının da üyesi olduğu Funakoshi ailesi yüzyıllardır kamu görevi yapan bir samuray ailesi idi. Ancak Meiji ailesinin Japonya’da iktidara gelmesi ile adanın görece serbestliği sona ermiş, Japonya toprakları ile bir olmuştu. Küçük Gichin, yaşıtlarından hep daha kısa boylu ve narin yapılı idi. İlkokula başladığında Okinawa prensinin güvenlik şefi olan Yosutsune Azato ile aynı sınıfa düşmüştü. Sınıf arkadaşının babasından Te dersleri almaya başlayınca sağlığındaki düzelme, bu yaşlara bile ulaşamayacağını düşünen ailesini çok mutlu etmişti.

Nasıl samurayın tepe perçemininden ve iki kılıcından rahatsızsa Tokyo’daki saray, rahatsızdı bir o kadar savaş sanatlarından da. Bu yüzden her gece yürüyerek Azato ve Itosu ustaların köyüne gidip bahçesinde çalıştı Te’yi sabahlara kadar. Ustası Itosu, çok sert bir adamdı. Sundurmadan izlediği katayı beğenmezse hiç sesini çıkarmaz, tekrarını beklerdi. Ancak bittiğinden yeterli gördü ise elindeki sopa ile yere bir kere vurarak öğrencisinin bir sonrakine geçmesini işaret ederdi. Usta Itosu, Gichin’i kendi ustası Sokon Matsumura’ya da tanıştırdı ve ondan da Shuri Te öğrenmesini sağladı. Tokyo’ya gittiği 1921 yılına kadar iki ustadan da hem Te’yi hem Çin Klasiklerini ve güzel yazı yazma sanatını öğrenmeye devam etti. Güzel yazı yazma sanatı ve şiire düşkünlüğü, daha sonra kendi mahlası olan Çam kokulu dalga anlamına gelen Shoto’nun kendi kurduğu okula verilmesi ile ölümsüz olmuştur.

Kamusal alanda zikir çılgınlığı

INTERNET CAFEE | 26 July 2007 09:21

düşünce özgürlüğü mü düşünmeme özgürlüğümü
düşünce özgürlüğü mü düşünmeme özgürlüğümü

Ustam redogrenin dedikleri her zaman olduğu gibi kusursuz bir mantık ortaya koymuş. ancak bir parça Kuran’ı Kerim’e bakarsak daha farklı bir sorunu ortaya koyabileceğimizi görürüz. kitap ilk inmeye başladığında Müslümanlar baskı altında olduğu ve şiddet gördüğü için ilk inen surelerde oldukça sert bir dil göze çarpar ve ihtiyaç duyulan hukuki dayanak noktalarını ortaya koyar. evinizde huzur bulmak için gece yatmadan bakara yada ali imran suresini okumaya kalkarsanız gece uykunuzun kaçma ihtimali yüksek. dönemin sosyal ve politik ortamından bahsetmek arzusundayım, bu dönemde iman etmeyen kafirlere ve diğer dinlerin mensuplarına karşı oldukça sert direnişler ortaya konulması emredilir. ancak ne zaman ki Hz. Muhammet ve cemaati, savaşlar dönemini atlatmış ve mekkeye geri dönmüş, ilk dönemdeki baskılar ve şiddet olayları azalmıştır, o zaman kurandaki surelerde kolayca fark edilebilecek bir yumuşama ve hoşgörü, her ne demekse bulabilme imkanımız olur. değişen şartlar ve insanların kavrayabilme, sindirme hızı göz önünde bulundurularak, kuranı kerimin bir hap gibi bir anda verilmesindense bu kadar uzun bir sürede indirilmesinin nedeni bu olabilir kanımca. sonuç olarak daha rahat bir ibadet özgürlüğü bulan Müslümanlara artık farklı din mensuplarına ve kafir dediğimiz ret edenlere karşı saldırgan tutum da kitabın değişen öğütlerine uygun olarak azalmıştır. hatta güçlenen İslam imparatorluğunda çok daha yumuşamıştır. ancak inanç özgürlüğü ile ilgili bu tartışmada asıl sorun bence Müslüman olmayanlara değil kendini Müslüman kabul edenlere karşı uygulanacak olan baskıların yarattığı korkudur. çünkü kitapta Müslümanların uygulaması gereken şartlar açıkça belirtilmiştir ve içtihat kapısının kapanması ile tartışma imkanları oldukça azalmıştır. gerek eğitimsiz toplulukların dinimizdeki öğelerin derin anlamlarını kavrayamamasından, gerek de bir parçası olarak içinde bulunduğu toplumu etkileyen değişkenlerin niteliğinden dolayı benim üzerinde dikkatle en çok düşündüğüm nokta budur. bir Müslüman olduğunuzu ifade edip sonra da modern ve uluslararası hukuk açısından suç unsuru olmadığı halde dinimiz açısından yasaklanan eylemleri yaparken yakalanırsanız alacağınız cezalar oldukça can yakıcıdır. bu uygulamalar insanın günahlarının bedelini ölümden sonra ödeyeceği gibi dinimizin temel koşullarından birini unutup, cehennemin tam kadro çalışan 657 sayılı yasaya tabi konunun uzman zebanileri unutarak bu işi bu İstanbul belediyesinin ampullü taşeron firmalarına yaptırmak arzusu ile yanıp tutuşurlar. işte bu farazi Türk İslam devletinde hocazadede cuma namazından çıkıp, akşamına sirenada bir bira cilalamaya kalkarsanız, kelimenin tek anlamı ile siki tuttunuz demektir. allahın gönderdiği kitaptaki her şeyi gündelik hayatınızın tırışkadan koşuşturmacalarına uygulamaya kalkıp dinsel özgürlük nağmeleri altında bizi aklınız sıra kandırıp hukuku delik deşik etme niyetiniz varsa, kusura bakmayın kanımın son damlasına kadar elimden geleni ardıma koymayacağımı bilmeniz gerekir. neoturk biraderim aklı sıra dalga geçtiğinde dikkat ettiğim üzere bu hergeleler, ulan kendimi ne kadar tutmaya çalışsam bile inan6666 kanıma işledi tutamıyorum, iman dolu bir serhadde sahip olmaktan çok ensesine ampul dövmesi yaptırarak bir kasırga estirmek arzusu içindedir. Bu torikler allahın günü hafifte verdikleri mimler, kestikleri nasıl koydum tadındaki ahkamlar ile porn star yerine cemaati Müslüman yazıp sırtlarına geçirdikleri siyah tişörtleri ile ortamlarda başı türbanlı nazenin bakışlı kızları çapkın bakışlarla süzeceklerine kendileri gerçekten dine imana verseler, aczimendi dergahında zikire katılsalar, ceme girseler, yürüyerek hacca gitseler tahmin ediyorum biraz daha kuvvetli bir maneviyata sahip olacaklardır. İsa aleyhisselamın dediği gibi önce en günahsızınız atsın ulan taşı. İman insanın kalbinden dışarı mı çıkarmış. Tövbe estafurullah. Gölgede, kıyıda köşede, ezilerek, dayak yiyerek yaşayacaksın kuvvetlenecek. Bak sahabe huzur mu buldu dünyada. Dağılın karışmam. Nerden nereye geldik. Siz bu konuda ne düşünürsünüz bilemem. Ahkam kesecektim. Serbestten çakayım da gelsin dolarlar.

Atatürk’ün Bursa Nutku

INTERNET CAFEE | 24 July 2007 13:16

Kemal Paşa
Kemal Paşa

Şubat 1933’te Bursa Ulucami’de toplanan 100 kadar irticacı camilerde Türkçe ezan okunmasına karşı bir ayaklanma girişiminde bulunurlar. Ayaklanma kısa sürede bastırılır. Atatürk Bursa’ya gider. Çekirge yolu üzerinde bulunan bir köşkte akşam yemeği yenildiği sırasında bir kişi Atatürk�e ayaklanmayla ilgili olarak şöyle diyecek olur: “Bursa gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıta ve adliyeye olan güveninden ötürü…” Atatürk hemen konuşmakta olan kişinin sözünü keser ve aşağıdaki konuşmayı yapar:

Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Bilge Karasu’nun Ölüm Yıldönümü

INTERNET CAFEE | 17 July 2007 17:49

Bilge Karasu
Bilge Karasu

Deniz Baykal’ın Rockefeller Bursu ile Amerika’ya gitmesinin konu olduğu mimi okurken aynı bursu almış olan Bilge Karasu’dan bahsetmiştim. Meğer ölüm yıldönümünden iki gün sonrasına denk gelmiş. Usta’yı anmadan geçmemek için 1991 yılında 10 yıldan bir verilen Pegasus Edebiyat Ödülü’nü aldığı Gece adlı romanından çok ünlü bir pasajı sizlerle paylaşmak arzusu duydum.

Bilge Karasu
Bilge Karasu

Gece nerede, hangi anda başlar? Buna hangimiz karar verebildi? Gecenin geleceği, geldiği, indiği, sardığı, gömdüğü, hep birer benzetim olarak söylenebilir; gecenin üzerimize kapanmakta olduğunu, bizi ezeceğini hepimiz gördük. Hangimiz, kaçınılmaz olduğu bilinen şeyler karşısında bile, kendini biraz daha aldatmaktan, bu kaçınılmazdan kaçılabileceği , belki de bu korkulanın başa hiç gelmeyeceği umuduna- bütün boşluğunu bilerek-kapılmak çocukluğunu göstermekten utanç duydu? Hiçbirimiz, dense yeridir sanırım. Gecenin çoktan bastırdığını bildiğim halde daha yeni yeni akşam oluyormuş gibi yazı yazmaklığım, kolaylıkla, yapıntının özel özgürlüğünden dem vurarak açıklanabilir; öykücü, öyküsüne istediği yerden başlayabilir demek, güç olmasa gerek. Ama bu başlangıcı seçerken kendimi hala bir takım umutlara, boş avuntulara salmış olmuyor muyum? Gece, yazdığım gibi, ağır ağır yayıldı ovaya, sonra tepeleri de boğdu. Yeraltı saraylarından söz ederken, bir takım büyük yapıların bodrum katlarında, beden eğitimi yapıldığı, çeşitli oyunlar oynandığı anlatılan salonları düşünüyordum. Bir masal havası içerisinde anlattıklarım karşısında kendime de, okurlarıma da -kimlerse bunlar… Bu yazdıklarımı birileri okuyacakmış gibi davranıyor muyum gerçekten? Yoksa…- anlatılana inanmamak hakkını tanımış, bu hakkı tanımak için uğraşmış olmuyor muydum? En azından, okurlarım olabileceğine inanmak istiyordum. Oysa şu anda biliyorum ki, benim dışımda bu yazdıklarımı okuyacak, okuyabilecek tek kişi var. Bu kişi defterimi yok etmeyebilir de. Karar vermek bana düşüyor. Şu birkaç defterimi yırtıp yakmak, külünü yemek mi, bitirip her şeyi ona da okuttuktan sonra yok etmek mi, yoksa, ona bırakmak mı gerekir?