bildirgec.org

cemazulevvel

11 yıl önce üye olmuş, 19 yazı yazmış. 17 yorum yazmış.

Tim Burton – Flet Sokağının Şeytan Berberi

cemazulevvel | 12 February 2008 12:35

Tim Burton denilince, özellikle çocukluk yıllarında, her ne şekilde olursa olsun yalnızlığı tadan insanların içi bir tuhaf olur. Filmleri en çok böylelerine hitap eder çünkü. O, bizleri ilginç görüntüler ve mükemmel animasyonların arasında gezintiye çıkartırken içimizde de buruk bir tat bırakır aslında… Rengârenk ve gerçeküstü bir dünyada kayboluruz ama yine de tanıdık gelen bazı şeyler ayağımızın yere basmasına neden olur. Özellikle yabancı sanatçı isimlerini akıllarında tutamayanlar için Tim Burton ve eserlerinin bizi ilgilendirecek kadar olanını hatırlatmak gerekirse; esas adı Timothy Tim Burton. 25 Ağustos 1958 yılında Amerikanın Kaliforniya eyaletinde doğdu. Küçük yaşlarda çizim yapmaya başladı ve kısa zamanda bu alandaki maharetiyle çevresinin dikkatini çekti. Hatta dokuz yaşındayken çevre kirliliği konulu bir yarışmada aldığı ödül sonucunda yapmış olduğu resim tam bir sene boyunca çöp kamyonlarının üzerinde sergilendi. Daha sonraları Animatör olarak Disney stüdyolarında işe başladı. Aslında Tim Burton hayranlarının çok iyi bileceği gibi yönetmenlik yeteneğiyle animasyon bilgisini çok iyi harmanlamış birisidir. Her ne kadar modası geçmiş olsa da Stop Motion çekim tekniğini kullanarak çeker filmlerini.

Bedava e-book ve video belgesel

cemazulevvel | 08 February 2008 19:02

Ezoterizm, gizemcilik, astroloji, gizli örgütler, simya, ökültizm hakkında yazılmış yüzlerce e-book burada

Aynı şekilde dinler tarihi, medeniyetler, tarikatler, şovalyelik, büyücülük, kabala, tasavvuf hakkında binlerce video ve belgesel burada

Hepsi ayrıntılı biçimde tasnif edilmiş.

Cem Karaca

cemazulevvel | 08 February 2008 00:48

Hafif de yazdığım ilk yazı Cem Karaca üzerineydi. Bu gün 8 Şubat, onun ölüm yıldönümü… Bu seferki yazdıklarım yayınlanır mı yayınlanmaz mı, ya da onca yazılmışların arasında kaybolup gider mi bilemem. Umurumda da değil aslında. Sadece üzerime düşeni yapmak istiyorum. Nasıl ki üniversite yıllarımda, gecenin kör karanlığında en kederli halimde benim yanımdaysa, nasıl ki iş dünyasının çarkları arasında gün be gün ezilirken tutunduğum dalım olmuşsa, nasıl ki şarkıları güzel insanlarla tanışmama, bambaşka alemlerin farkına varmama yol açmışsa, işte ben de bu gece onun anısına, benim için tüm bu yaptıklarına karşılık yazıyorum. Salt hayat hikayesini anlatmak yavan kaçar. Hakkında yazılmış bir sürü kitap var, ona da üşenirseniz google ne güne duruyor, aratın o güzel ismi, binlerce sayfa açılsın karşınıza…

İhsan Oktay Anar

cemazulevvel | 28 January 2008 22:38

Önce biraz kuru bilgiler verelim:
İhsan Oktay Anar, 1960 Yozgat doğumlu… Liseyi İzmir’de bitirdi, ardından Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne girdi. Yüksek lisans ve doktora eğitimini de Ege Üniversitesi’nde yaptı, şu an aynı üniversitede öğretim üyeliği görevini devam ettiriyor…

Yeter mi? Fazlasıyla yeter hem de… Hakkındaki bu tür bilgiler çok da önemli değildir zaten.

Önemli olan şudur ki; bu toprakların sahip olduğu, ama nedense, özellikle son yüzyıl içerisinde hep inkâr edilmiş yahut unutulmuş yanlarımızı gözler önüne sermiştir İhsan Oktay Anar. Bir nevi bizim gücümüzü yine bizlere göstermiştir. Binbir gece masallarından eski Fars destanlarına, anonim hikâyelerden, efsanelerden, mitolojik kahramanlara kadar unutulmuş ne varsa, hem de nasıl becerdiği bilinmez, aynı samimiyetle ve de benzer duyguları uyandırarak anlatır bizlere. Tabi ki direkt olarak binbir gece masallarından alıntı yapmaz İhsan Oktay Anar, ya da destanlardan, mitolojiden… Ama onlardan beslendiği çok bellidir… Ve romanları da, tıpkı o beslendiği güzel eserler gibi, bizleri hayal âlemlerinin en ücra köşelerine kadar gezdiren, yeni isimlerde ama tanıdık giysi ve hallerde, yani bildik insanlarla tanıştıran birer şaheserdir. İnsana yaşadığı toprakları daha bir sevdiren romanlardır bunlar.

Bir Kahraman Adayının Güncesi

cemazulevvel | 14 January 2008 16:29

“Ben kahraman olucam.”
Acıbadem Gül sokaktaki evimizin bol misafirli bir Pazar akşamında, uzaktan akrabam olduğu iddia edilen kel kafalı, kalın gözlüklü, kocaman kulaklı bir adamın “Büyüyünce ne olacaksın sen bakayım” sorusuna cevap olarak bu cümleyi söylediğim zaman henüz 9 yaşındaydım. Zaten kendinden emin bir şekilde verilen böylesi keskin cevaplar anca o dönemlere özgü davranışlardır. Daha sağlıklı, mantık süzgecinden geçmiş ama bir o kadar da yaratıcılıktan yoksun konuşmalar ise ilerleyen yaşlarla beraber gelir. Her geçen yıl hayal gücünü biraz daha köreltir ve insanı belirli kalıpların içine sıkışmış, bu tabirimi hoş görün lütfen, güdük birisi haline getirir. Sanılanın aksine adına “zaman” denen mendebur, en şiddetli tahribatını fiziksel alanda değil de fikirsel de gösterir. En güzel hayallerimizi değme hırsızlara taş çıkartacak biçimde, hem de bedenimiz daha tap tazeyken çalar bizden. Ve en çabuk çürüyenler ise düşüncelerimizdir.Tekrar bana dönecek olursak eğer, çocukluğum; ailesi belirli eğitim seviyesine ulaşmış ve ekonomik olarak, lüks olmasa bile, rahat yaşamaya alışmış kişilerin çok yakından bilebileceği gibi dış dünyadaki tehlikelerden uzak, ebeveynlerin koruyucu kanatları altında güvenli, birazcık şımartılmış, birazcık da gerçeklikten kopuk steril bir ortamda geçmiştir benim. Konuşmaktan pek fazla hoşlanmayan, içine kapalı bir çocuktum ve daha dün gibi hatırlarım çevremde arkadaşım diyebileceğim kimse yoktu. Görüntüde yalnız, mutsuz birisi gibi görünmemle beraber kendi hayal dünyamdaki o eşsiz, o kusursuz, o güzel insanların içerisinde hayli popüler olduğumu söyleyebilirim sizlere. Her gözlerimi kapatışımda, her odamda yalnız kalışımda ve her uzaklara bakıp dalışımda karşımda aniden beliren bu insanlar, elle tutulamamalarına, gözle görülememelerine rağmen gerçek dünyada yaşayanlardan çok daha belirgindiler benim için. Onlar benim dostlarım, arkadaşlarım, dahası kahramanımdılar. Bu kahramanların çıkış yeri ise, yaşı aşağı yukarı benimkine denk olanlar çok iyi bileceklerdir, o dönemlerimi, yani çocukluğumu eşsiz kılan çizgi romanlardı. İnanın bir nostalji rüzgarı estirip o hassas duygularınızla oynamaya çalışmıyorum. Hatta en son isteyeceğim şeydir bu. Sadece eskiye ait düşüncelerimi, duygularımı daha iyi anlayabilmeniz için söylüyorum. Çizgi romanlar her şeyimdi benim. Her şeyim… Ders çalışıyordum çünkü ailem anca o zaman, yani ödevlerimi bitirdikten sonra çizgi roman okumama izin veriyordu. Okula gitmemin sebebi de aynıydı. Harçlıklarım o güzel eserleri temin edebilmekten öte bir gaye taşımıyordu. Odamdaki dolabın, yatağımın altındaki küçük sandığın görevi ise onları, o sevdiklerimi tehlikeli gözlerden korumaktan ibaretti sadece. En büyük zevkim ise Kaptan Swing’in yanı başında kırmızı urbalılarla mücadele etmek, barbar Conan’ın idaresindeki Zuagir çetesiyle kervanlara saldırmak, Jery Drake, namı diğer Mister No arkadaşımın pırpırıyla Amazon ormanlarında turalamak ve Martin Mystery ile birlikte gizemlerin içinde kaybolmaktı.Bütün bunları niye mi anlatıyorum? Biraz evveli bahsi geçen cümleyi söylediğim zamanki ruh halimi anlayın diye. Hiç unutmuyorum, hala dün gibi aklımdadır, o akrabam olduğu iddia edilen kişi gülümseyerek “zor be Kemal’ciğim” demişti. “Şimdi çocuksun, öyle düşünmen normal, sana kolay geliyor, ama ileride sen de anlarsın. Hele Türkiye gibi bir yerde katiyetle olmaz, imkânsız…” Ben de, birazcık sinirli bir edayla “niye olmasın ki” gibilerinden bir cevap vermiştim. Daha 9 yaşındaydım, toydum…Fakat geçen yıllar tüm planlarımı alt üst ederek o gıcık akrabamı haklı çıkartmıştı. Henüz ülkemi hain düşmanlara karşı savunamamış, zor durumda kalmış masum bir prensesi kötü adamların elinden kurtaramamış, en basitinden bile olsa bir kanun kaçağını adaletin kollarına teslim edememiştim. Çizgi romanlarda her köşe başında kahramanın karşısına çıkan o kötü adamlar neredeydi? Ben niye karşılaşamıyordum onlarla? Hatta benim macera aramamam, tam aksine, maceranın gelip beni bulması gerekmiyor muydu? Bu en temel kurallardan birisi değil miydi? On altı yaşına gelmiştim, artık sabrım kalmamıştı…
Derken bir gün, hiç unutmuyorum, babam dedi ki; “oğlum, sen bu kahraman olma düşüncesini yanlış değerlendiriyorsun. Kahraman dediğin illa kavga mı etmeli, illa silah mı kullanmalı? Bence hayır… Sen okuyarak, üniversiteye giderek, sonrasında ise çalışarak da bu ülkeye hizmet edebilirsin. Hatta en büyük hizmet budur… O okuduğun kitaplar senin kafanı karıştırıyor, biliyorum, ama gerçek dünya ile o kitaplar çok farklı. Gerçek dünyada öyle davranamazsın. Hem biz de çok üzülüyoruz senin bu durumuna…”
Sonrasında da epeyce konuştu babam… Yok çalışmam gerekmiş yok en büyük hizmet okumakmış cakmış cukmuş… Bence babam bir kahraman olamadığı için öyle düşünüyordu. Uzanamadığı ciğere mundar diyordu babam… Ve beni kıskanıyordu.
Sonunda aradan yıllar geçmiş, kader denilen muamma ağlarını feci şekilde örmüş, üniversiteyi bitirir bitirmez beni uluslar arası bir şirkette işe yerleştirmişti. Bu durumumdan ailem öylesine hoşnuttu ki… Annem sürekli olarak memnuniyetini dile getiriyor, böylesi güzel bir işi olan sevgili oğlunun şimdi de eli yüzü düzgün bir gelin bulabilmesi için dualar ediyordu. Böylesi bir ülkede iş sahibi olabilmek büyük olaydı, şükretmek lazımdı. Ben 24 yaşındaydım…
Eli yüzü düzgün, annemin standartlarında birisiyle evlendiğim ve nur topu gibi iki çocuk sahibi olduğum zaman her kes benim şu kahramanlık sevdamdan vazgeçeceğimi düşünüyordu. Ne de olsa kelli felli bir adam, iki çocuk babasıydım. Düzenli bir işim, düzenli taksitlerim vardı. Görüntüde, yaşamın sıradanlığına boyun eğmiş, hayatı en yüzeysel şekliyle yaşayan bir insan portresi çiziyordum. Ama gerçekte pusuya yatmış bir kaplan gibi görüyordum kendimi. Sadece bekliyordum… Hayatta tek istediğim şeyin gerçekleşmesi için, bir gün kahraman olabilmek için bekliyordum… Yaş otuzdu…Nihayet sonunda, aradan epeyce zaman geçtikten sonra, iş yerinde mesaiye kaldığım bir günün akşamı aheste adımlarla eve dönerken, ileride, karanlıklar içerisinde bir ses işittim. Bu bir yardım çığlığıydı. Ana yoldan sağa sapıp ara sokağa, sesin geldiği yere doğru koşmaya başladım. Bu koşma esnasında kalbim küt küt atıyor, sözlerime inanınız lütfen, salgıladığım adrenalinden mi yoksa yıllardır beklenilenin gelmesinden midir bilmem, yüksek bir enerji dalgası bütün bedenimi sarmalıyordu. Koştum, koştum… İleride, sırf kötülük yapmak için doğdukları her hallerinden belli olan silahlı iki adam, yaşlı, masum bir kadının çantasını çalmaya çalışıyorlardı. Yaşlı kadın yalvarıyordu kötü adamlara. “Ne olur” diyordu. “Almayın çantamı… İçinde emekli maaşım var. O olmazsa aç kalırım, sonra üç ay boyunca ne yaparım ben.”
Tabi normal insanın yüreğini paralayacak bu sözler kötü adamlara herhangi bir etkide bulunmuyor, aksine, o korkunç kahkahalarının daha da beter çınlamasına neden oluyordu. Ses çıkartmadan yaklaştım. Niyetim arkalarına kadar sokulup onları şaşırtmaktı. “Durun” diye bağıracaktım aniden, “Rahat bırakın o kadını.”Ve ardından devam edecektim; “Yoksa hak ettiğiniz cezayı alırsınız.” Şaşıracaklardı haliyle, hatta korkacaklardı. “Kim bu adam” diye geçireceklerdi içlerinden. “Ne cesaretle karşımıza dikilebiliyor. Üstelik silahı bile yok…” Sonra, içlerinden birisi tam ateş etmek üzereyken demir yumruğumu suratına yiyip saf dışı kalacaktı. Ardından da diğerini halledecektim… Plan buydu… Gizlice yaklaştım… Tam konuşmak için uygun bir konuma gelmiştim ki, daha ağzımı açmaya fırsat bulamadan, fark edildim. Üzerime doğrultulmuş iki silah vardı şimdi. Durum ciddiydi…
“Ne var lan” diye bağırdı uzun boylu, iri kıyım olanı, “belanı mı arıyorsun?”
Sesi korkutucu, bakışları tehditkârdı…
Ardından, üstüne basa basa konuşmasına devam etti; “yürü git lan buradan… Yürü git ”
İşte o vakit aklıma babam geldi. Daha doğrusu babamın söylediği sözler… Kahramanlığın silahla, kavgayla olmayacağını, aksine okumakla ve çalışmakla gerçekleşebileceğini konu alan o güzel konuşmalar… Ne de doğruydu. Üstelik böylesi kötü adamlarla fiziki mücadeleye girmek hiçbir işe yaramazdı ki. Biri biter bini gelirdi böylelerinin. Bunların kökünü kazıyabilmek için ülke ekonomisinde ve eğitiminde köklü değişiklikler yapmak gerekirdi. Ekonomi düzeldiğinde ve insanlar sağlam bir eğitim aldığında suç olgusu tamamen ortadan kalkacaktı dünyada. Peki ya tüm bunlar için ne gerekliydi? Tabi ki benim gibi okumuş, iyi eğitim almış insanlar… Benim gibi olanların devletin üst kademelerinde görev alması, dolayısı ile de tüm bu sorunların çözümünde yetkili merci olması yeterliydi. Kavgayla dövüşle olmazdı bu işler. Şiddet sadece şiddeti doğururdu… O an içimde öyle bir ışık uyandı ki sizlere anlatamam… Bir istek, bir çalışma aşkı… Hemen eve gidip bu konular üzerine kafa yormak istedim. Nereden başlamam gerektiğini düşünmeliydim. Siyasete mi atılmalıyım, yoksa akademik çalışmalar mı yürütmeliyim. Sanayi alanında da boy gösterebilirdim pekâlâ… Sabırsızlanmıştım şimdi… Hatta sabırsızlığım o dereceydi ki, gerisin geriye, inanılmaz hızlı deparlar atarak ve nedendir bilinmez, ama büyük ihtimalle coşkudan olsa gerek, zigzaglar çizerek koşmaya başladım. Önemli olan o yaşlı teyze değildi. Onun durumunda olan binlercesi için çalışmam gerekiyordu benim. Okumam, üretmem ve bunların sonucunda elde ettiğim deneyimleri insanlara aktarmam… Hiç durmadan koştum, koştum, koştum… Kırk üç yaşındaydım…

Cem Karaca

cemazulevvel | 10 January 2008 23:01

Şimdi “bayram değil seyran değil bu adam niye Cem Karaca’dan bahsediyor” diye sorabilirsiniz… Sormayın… Bazı insanlardan bahsetmek için illa özel günler beklenmemeli. Doğum günü ya da ölüm yıldönümü olduğundan değil, gönlümüzden koptuğu için konuşmak garip gelmesin kimseye…
Hem Cem Karaca’yı bilenler için vesile olurda bu yazı, eğer evde varsa koyarlar bir CD sini, yoksa da gaza gelip internetten indiriverirler. Sadece adını duymuş ama kendisini dinlememiş olanlar ise önce “Nerede Kalmıştık” albümünden başlasın, tavsiyemdir, ardından yavaş yavaş zaman içerisinde geriye doğru sararak ezberlesin tüm şarkılarını. Tabi zevktir bu, keyiftir… Ama bana göre Cem Karaca’yı bilmeden yaşayanlar dünyayı yarım yaşayanlardır. İşte pek bilinmeyen ve bestelenmemiş bir şiiri;

Kızılderilinin uyanışı…

cemazulevvel | 08 January 2008 09:56

Oturan Boğa
Oturan Boğa

Kristof Colomb’un keşfettiği, America Vespuci’nin isim babası olduğu yeni kıtaya ayak basanların, ilkin İspanyolların, ardından Fransızların, Hollandalıların, İngilizlerin, ya da tekmiline birden verilen ismiyle Beyaz Adamların bu topraklarIN kavimlerine yaşattıkları hepimizin malumudur. Ölümler, sürgünler, işkenceler…

Bu vahşetten payını alanların başında da Kızılderililer gelmiştir. At üstündeki hünerlerinin mitralyözler karşısında bir işe yaramadığı, ilkel silahlarının çaresiz kaldığı, ve hatta mücadelenin intihara eşdeğer sayıldığı bir soy kırım… Fakat acıklı olan bu söylediklerim değil aslında. Ölüm elbetteki üzücüdür. Hele ki böylesi… Sürgünler ya da katliamlar da öyle… Ama daha da önemli bir şey var. O da özgürlüklerine bu kadar düşkün olan bir milletin zaman içerisinde böylesine susturulması, sindirilmesi… Üzücü olan, zamanında, esareti kabullenemedikleri için bile bile ölüme koşan bu insanların torunlarının kendi topraklarında üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görmeyi kabul etmeleri. Daha doğrusu bu Aralık ayına kadar böyleydi. Aralık 2007 de Lakota kabilesinin reisi Russel Means “Biz artık ABD vatandaşı değiliz ve bizim toprağımızın yer aldığı 5 eyalette yaşamak isteyenler bize katılmakta özgürler” diye bir beyanat verdi. Lakota kabile yetkililerinden oluşan bir heyetin ABD dışişleri bakanlığına gönderdiği mesajda Amerikan hükümetiyle daha öncesinde imzalanmış olan antlaşmalardan tek taraflı olarak çekildiklerini açıkladılar. Bu belkide bir özgürlük bildirgesi değil, hatta bir manifesto bile sayılmaz, ama ben yine de yüzyıllardır ezilmiş bir toplumun uyanışı olarak kabullenmek istiyorum ve Hoşgeldin Oturan Boğa diyorum… Hoşgeldin…