bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

bilir misin?

taha3045 | 27 April 2009 10:10

Caddelerden, uzaklardan gelen seslerden medet ummayı
Nefesleri tutarak umutlanmayı
elini farkında olmadan havaya uzatmayı
Bilir misin? Belki bir tutan olur diye.

Uykusuz kalmayı
üstüste sigara tüttürüp ,yastıga bile küsmeyi
Bilir misin? Aslında hayata değil kendine küstügünü bile bile.

Gözünü kapatıp hayal kurarken geçmişe, geleceğe, hayata sövmeyi
Gözlerdeki hırçın bakışlarda bile küçük bir masumiyet bulmayı
Bilir misin? sonra tebessüm etmeyi

taç

nazokiraze | 27 April 2009 09:24

st.Edward
st.Edward

Osmanlı İmparatorlugu dışında imparatorluklar genellikle taçla simgelenmiştir, taç giyme törenleri çok büyük tartışmalara, sevinçlere üzüntülere yol açmıştır. Aslında sembolik olan bu taçların her biri ayrı bir hikaye barındırıyor ve tarihe tanıklık ediyor.

Saint Stephen
Saint Stephen

Alabildiğine gösterişli olan hükmetmenin simgesi taç aslında çok merak uyandırıcı bir konu, hangi hükümdar nasıl taç takmış insanın ilgisini çekiyor.Aslında buraya değişik tasarlanmış taç fotografları koyacaktım ama sonradan gerçekten kullanılmış taçlarda karar kıldım.(İngiltere kraliyet taçları)

elizabeth 2
elizabeth 2

Tarihe damga vuran taç giyme töreni 2.Elizabeth‘in 1953 yılındaki taç giyme törenidir.27 yaşında taç giyen Elizabeth’in taç giyme töreni BBc kanalında naklen yayınlanmıştır.Bu konuda ilginç anektodlar var taç takan kişi olan başpiskopos elinde evirip çevirmesine ragmen bir türlü tacın önünü bulamaz, ayrıca yullar sonra açıklamalara göre kraliçe makyajını kendisi yapmış ama bu bir sır olarak saklanmış.

Yıkılır bu kent…

mucizemsin | 26 April 2009 22:41

Hani Ahmet Telli diyor ya “gidersen yıkılır bu kent”. Sen gittin, bu kent yıkıldı, bir kadın yıkıldı, ben yıkıldım…hoşçakal öpücüğünden sonra arkanda gidişini izledim, en son karşı duvara yansıyan gölgeni gördüm, kapıyı sessizce kapadım…yaşlı gözlerle etrafı bulanık görüyordum, odaları dolaştım sanki birini yada birşeyi aradım. Mutfakta dün geceden yarım bıraktığın rakı bardağına dokundum, dudaklarının dokunduğu yerden bir yudum aldım. Duramadım evde hemen kendimi sokağa atıp yürümeye başladım, duraktan geçerken otobüs durdu önümde, bindim.nereye gideceğimi de bilmiyordum ki! Seyir halinde olan bir dolmuşun arkasında yazan yazı gözüme ilişti, “beklenen gün gelecekse, çekilen çile kutsaldır”, önce dudağımda bir gülümseme oluştu. Beklenen gün neydi? Senin gelmen mi?yoksa hiç gitmemen mi? Bu çektiğim neydi? acı mı? çile mi? Bütün bunlar sen geldiğinde mi kutsal olacaktı? Otobüsten indim, bu sefer metroya bindim. Neyden kaçıyordum? Senden mi? Düşüncelerimden mi? Peki uzaklaşabiliyor muydum? Hayır. Uzaklaştığım tek şey evdi. Karanlığın içine doğru gitmek beni çok boğmuştu, tren durunca indim. Şehreküstü’de inmişim. Ben bu şehre zaten küskünüm ki!

Divan Edebiyatı Müzesi

FEYZAN | 26 April 2009 21:56

Arkadaşım Ahmet Ümit’ in son kitabı, Bab-ı Esrar’ ı okuduğunu söylediğinde, hiç Ahmet Ümit okumadığımı , onun polisiye roman yazdığını ve polisiye romanlara çok ilgim olmadığını söyledim. O da bu kitabın diğerlerinden farklı olduğunu, Mevlevilik ve Mevlana ile ilgili bir roman olduğunu ve okusam çok seveceğimi söyledi. Üzerinde durmadım. Ancak bir daha ki görüşmemizde, elinde kitapla çıkageldi. Ben bitirdim sen oku diyerek, kitabı bana verdi. Bir süredir başucumda duruyordu. En nihayet geçen gün okumaya başladım. Daha başlarındayım gerçi, ama Şems ve Mevlana ile ilgili bilgilerin yanı sıra, dervişlik ve sufilik gibi konulara da çok değinildiği için, ilgimi çekti. Bu kitabı okurken başımdan geçen ilginç bir olayı hatırladım.
Bundan yaklaşık, 5-6 yıl önceydi. Kadınlar Kolu yönetim kurulu üyesi olduğum dernekte, Ramazan münasebetiyle bir iftar yemeği vermeyi planlamıştık . O zaman ki başkan ( Kuzenim) ve ben, Galata Kulesinde iftar veririz diye düşündük. Ancak gündüzden de farklı bir program olsun istedik. Tünelde bulunan İstanbul Divan Edebiyatı müzesinde ( kuledibi mevlevihanesi) her Pazar gerçekleştirilen sema dönme törenine de katılalım, oradan da iftar yemeğine geçeriz diye düşündük. Günlerden pazartesi’ydi. Meğer o gün müzenin kapalı olduğu günmüş. Kocaman yüksek demir parmaklıklı kapı kapalıydı. İçeriye seslendik ve müzeyi gezmek istemediğimizi ancak, sema programı ile ilgili bilgi almak istediğimizi söyledik. Kapıyı açtılar. İstanbul un en kalabalık caddelerinden birindeydik ve dışarıda dünya çok hızla dönüyordu. İçeri girer girmez tüm sesler kesildi ve sanki dünya durdu dönmekten vazgeçti. Kocaman, çınar ağaçları gölgesinde nefis bir bahçeye girdik. Az sonra tarikat ehli olduğu yüzünden belli, zarif bir beyefendi geldi. Ona derdimizi anlattık.
O da bize içerden program getireceğini söyledi, ve bankları işaret ederek oturun dedi. Bankların üzerlerinde, ağaçlardan düşen yapraklar, bolca toz ve üzerlerinde kıvrılıp uyuyan derviş kediler vardı. Nasıl otururuz bu banklara diye yüzümüzü ekşitmiş olacağız ki, adam bize dönerek, haa ama sahi siz oturmazsınız dedi. Biz her şeyin Allahtan geldiğine ve yine Allaha döneceğine ve bunun bir devr-i daim olduğuna inandığımız için tozla da bütünleşiriz, bunu sorun etmeyiz dedi. Biz öyle utandık kendimizi o kadar maddeci hissettik ki, hemen banklara oturduk. Adamın sözleri, dinginliği ve ortamın huzuru bizi çok etkilemişti.
Az sonra programla geri geldiğinde onun, ‘Ölmeden evvel ölen ‘ bir insan olduğunu farkına vardık.Yani öldükten sonra hesaba çekileceğine, kendini hesaba çekmişti. Yani öldükten sonra neleri yapmış olmayı dileyecekse, şimdiden onları yapmıştı. Bu insanlar münakaşa etmez, yalan söylemez, kimsenin malında mülkünde ya da mevkiinde gözü olmaz. Öldükten sonra veremeyeceği hesaplar için utanacağına, daha dünya da kendine çeki düzen verir, ne kimseden şikayet eder, ne de biri ondan şikayetçi olurdu. Bir ölüden kimseye nasıl bir zarar gelmezse, ölmeden önce ölenlerden de kimselere zarar gelmezdi.
Program hakkında biraz daha konuştuktan sonra, artık, o güzel ortamı terk etmemiz gerekti. Dışarı çıktığımızda, çok farklı duygular içerisindeydik. O dervişten çok etkilenmiştik. Programımızı hazırladık ve çok güzel geçeceğine inanarak evimizin yolunu tuttuk.
O Pazar sabahı uyandığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu .Galata Neve Şalom sinagogu önünde, bir bombalı saldırı gerçekleşmişti ve orası bir savaş alanlına dönmüştü. Kaos ortamı orayı ele geçirmişi ve biz o programı o zaman ve hiçbir zaman gerçekleştiremedik.Ama kuzenimle sık sık o gün yaşadığımız o etkileyici sahneyi konuşuyoruz.

semş siperli serpuş

nazokiraze | 26 April 2009 21:11

sems siperli serpus yani güneş siperli başlık şapkanın , şapka devrimi sırasında Atatürk tarafından halka tanıtılışıdır..( Buna şapka derler.)

Şapkayı ilk kullananlar Mısır’lılardır,adı cappa dan , chapeau ve şa’pkadan gelir(Latince,Fransızca ,Rusça)
Şapka kullanımı insanlarda dönem dönem sınıflar ayrılıkları göstermede kullanılmıştır, Eski Yunan’da şapkayı fakirler takarken, Eski Roma’da zenginler kullanırdı,hatta fakirler ve köleler şapka kullanamazdı.Hristiyan kadınları ortaçağda vual denen şapkayı kullanmaya başladı, sonra vual yerini kukuletalı şapkaya bıraktı.(Şapka İsyanı )

Yitik dünyalar

serasu | 26 April 2009 16:28

Eşcinsellik uzunca bir dönem hastalık, yada sapıklık olarak değerlendirildi.Bu durumun başlangıcı Kuran –ı Kerimde bile yer alır .Araf suresinde yer verilmiştir.Lut kabilesi olarak geçer.Dinimiz de bile haram olan bu durum günümüz de çok normal olarak yaşanıyor..

trajikomik

| 26 April 2009 15:58

Bir çeşit tepkimeler silsilesinin tam ortasındayız kader dedikleri bu olsa gerek girdilerin çıktıya eşit olduğu kimyasal fiziksel ruhsal her ne boksa bir reaksiyonun içinde can veriyoruz
Değişti sandığımız sadece öne getirdiğimiz yada ötelediğimiz cilveli şeyler ama hepsi bu kurulu düzenin bir parçası
Uzaktan bakınca komik içinde iken ise dayanılmaz üzüntü verici bir şey