bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

Lütfen birbirinize kitap hediye ediniz.

kahramancayirli | 10 September 2009 13:24

bodrumlife.com.tr adresinden alınmıştır.
bodrumlife.com.tr adresinden alınmıştır.

Edebiyat Ortamı Dergisi’nin yeni (Eylül-Ekim 2009: sayı 10) sayısı çok şenlikli. 2009 Server Vakfı Edebiyat Ödülü bu yıl şiir dalında verildi, bu yarışmada ilk üçe girenlerin tüm şiirleri, mansiyon ödülü ve diğer dikkate değer bulunan genç şairlerin ise birer şiiri yayımlanmış. Genç şairlere dört soru yöneltilmiş. Ben “kendilerine üstat kabul ettikleri şairlere” dikkat çekmek istiyorum, çok önemli. Neredeyse hepsi ağız birliği etmişçesine Sezai Karakoç ismini vermişler, İlhan Berk ismi geçiyor, Turgut Uyar ve bir-iki İkinci Yeni akımının usta şairleri, sadece bir genç Birhan Keskin demiş, buradan yola çıkarak uzunca hoş bir deneme bile yazılabilir, “geleceğin ustalarının ustaları” gibisinden, çünkü biz bundan beş-on sene sonra bu gençlerin yazdıklarını okuyacağız hep. Ödül kazanan şiirlere şöyle bir göz atmanız bile yetiyor, şiirlerin nasıl da ödülü hak ettiklerini anlamanıza..

Bir Minik Serçe: Edith Piaf

exorientelux | 10 September 2009 11:31

1915’in aralık ayında Belleville’de Edith Giovanna Gassion adında bir kız doğar. Dünya ilk büyük savaşını yaşarken küçük Edith de yaşam mücadelesini çok küçükken vermeye başlayacaktır. Zira sokaklarda şarkı söykeyerek yaşamını kazanmaya çalışan annesi, kızını anneannesine bırakıp İstanbul’a gittiğinde Edith daha çok küçüktür. Savaştan dönüp kızını almaya gelen babası ise onu, annesinin işlettiği bir geneleve bırakır. Orada üç yıl kalacak, gözleri ışığını kaybedecek ve ancak yedi yaşında tekrar görmeye başlayacaktır. Küçük bir çocuk için hiç de uygun olmayan bir ortamda yaşamasına rağmen hayatının en mutlu yılları olarak tanımladığı bu yıllar yine babasının müdahelesiyle son bulur ve cambaz olan babası ile birlikte bazen sirklerde bazen sokaklarda çalışmaya başlarlar. Baba gösterisini sunmakta küçük Edith de şarkı söylemektedir.

İlk aşkı P’tit Louis ile de bu şekilde şarkı söylerken tanışır, Edith 16, Louis 17 yaşındadır. Edith babasını bırakıp sevdiğiyle yaşamaya başlar. Oldukça yoksul bir hayat sürerler ve bir kızları olur. Ne yazık ki küçük kızı Marcelle iki yaşındayken menenjitten ölür. Kızını kaybetmesiyle de bedenini çürütüp çökerten içkiye başlar: “ Gerçek anlamda içmeye kızımı o kapkara deliğe sokmalarından sonra başladım. Bir meyhaneye gittim ve soluk bile almadan içtim. Sabahın erken saatlerinde kendime geldiğimde, alkolün her türlü acıyı azalttığını ve unutmaya yardımcı olduğunu fark edip yeniden içmeye koyulmuştum. Bu bana hiç de olağan dışı bir davranış gibi gelmiyordu. Benim doğduğum yerde herkes içerdi. Anneannem bana küçükken her sabah bir şişe şarap ve biraz su verirdi. … İçmenin unutturduğunu keşfettiğim gün, hayatın umutsuzluğunun uçsuz bucaksız derinliğinde kayboluvermiştim. Alkol bir mucize gibiydi ama şeytanın mucizesi.” (s. 87-88)

BİR KATİLİ SEVDİM

il mare | 10 September 2009 10:12

Vazgeçilemezlik böyle birşey olsa gerek.Tutku dedikleri…Ve aşk…Gözüne ve herkesin de gözüne batan bir dolu şeyi yeri geldiğinde gözardı edebilmek,sitemlerin hiçbir zaman kalıcı olamadığı noktayı benimseyebilmek…

“Benim için ölür müsün?” sorusuna; “ben ölmem,öldürürüm”cevabını alıp sevginden bir gıdımını çöpe atmamak,atamamak…Öldürdüklerini,kendisine lanet yağdıran bi dolu gözle izleyip de lanet olsun diyememek,aslında deyip de çoğu defa,sözünden dönmek.Mutfakta gizlice,kimse görmeden ondan özür dilemek,fısıldamak göğe doğru:”Hayır,lanet olmasın sana,gene de olmasın…”

Reklam Panosu

absynthe | 10 September 2009 09:07

Otobüsteyim, kulağımda güzel bir müzik… Reklam panoları sinirimi bozuyor. Yaratıcılıktan uzak, bayağı, rengârenk… Oysa dinlediğim müzik hiç de öyle değil. Alabildiğine yaratıcı, sade ve karanlık… Bir Rolling Stones şarkısını Bob Dylan söylüyor:

“Send me dead flowers every morning/ Send me dead flowers by the mail/Send me dead flowers to my wedding/ I won’t forget to put roses on your grave.”

{Bana her sabah ölü çiçekler gönder/ Ölü çiçekleri postayla gönder/Düğünümde bana ölü çiçekler gönder/ Ben de senin mezarına güller koymayı unutmam}

Bu sözler birkaç gündür zihnimi işgal ediyor. Bir insan böyle sözleri yazmak için birini hem ölesiye sevmeli, hem ölesiye nefret etmeli… 70lerde yazılmış olmalı bu şarkı. O zaman internet yoktu, reklamlar bilinçaltımıza bu kadar işlemeye başlamamıştı daha. Hâlbuki teknoloji yaratıcılığımızı ortaya koymak için iyi fırsatlar veriyor bize. Şu anda bu yazıyı bilgisayarda yazıyorum örneğin. Shakespeare’in 16. yüzyılda çekmesi olası zorlukları geçiriyorum gözümün önünden. Kâğıt, mürekkep eksikliği; geceleri yazmanın zorluğu, başında dırdır bir eş, patronunun ve kraliçenin yazmasını istediği konuları dayatması. Hiçbiri Shakespeare’in yaratıcılığına ket vuramamıştı.21. yüzyılda ise yaratıcılığı engelleyen hiçbir şey yok, ama içinde yaşadığımız karmaşayı hiçbirimiz hakkını verecek şekilde dile getiremiyoruz. Çok şey üretiyoruz, bu doğru, ama filmleri de, kitapları da, müziği de o reklam panolarında gördüğümüz ve bize söylendiği gibi bir kerede tüketiyoruz. Daha da önemlisi yalnızca bir kere tüketilmesi yetecek yapıtlar üretiyoruz. Her yıl yüzlercesini izlediğimiz, sanal efektlerine hayran kaldığımız Hollywood filmlerinden bir tek sahne bile kalmıyor aklımızda. Sadece teknolojiye mi yüklemek gerek suçu, ya da seri üretime, kapitalizme? Zaman geçtikçe insanın ruhu mu çürüyor yoksa?

Kapı Sesi

power06 | 09 September 2009 16:54

Üzerindeki yorganı sanki bir ayıyla boğuşuyormuş gibi güç bela açarken nefes nefese kalmıştı yine. Güçlükle doğruldu yataktan. Dizleri, ah o kopasıca dizleri… Nasıl da sızlıyordu namussuzlar. Rutubetten sıvaları çatlamış, duvarları yosun tutmuş bu köhne otel odasında iyice azmıştı romatizması. Ama başını sokacak bir çatısı olduğuna şükretmekten başka da ne yapabilirdi ki. Yedi yüz elli lira emekli maaşı ile Hilton’da kalacak hali de yoktu zaten! Yatağının başucundaki sedef kakmalı, eski bir dosttan hatıra olan bastonuna uzandı. Yetmiş sekiz yılın yorgunluğuna artık isyan eden dizlerinin üzerinde güçlükle doğruldu ve her sabah yaptığı gibi, o berbat odadaki en sevdiği eşyası olan, camın önündeki pejmürde koltuğa atıverdi kendini. Tam o sırada kapı çalınmıştı; tık, tık, tık… Kapı sesini duymasıyla içindeki umut kırıntıları birden çoşkun bir sel gibi dışarı taştı. O mu gelmişti yoksa?Sonunda arayıp bulmuş muydu kendisini? On beş yıl, tam on beş yıl sonra gelmiş miydi yoksa?Olabilir miydi? Bu bir anlık umudu otelin temizlikçisi Neriman’ın tiz sesi boğmuştu yine.

Film

dimoedes | 09 September 2009 16:22

Bilim kurgu hayatımızın vazgeçilmezleri haline geldi. Bu tür filmlerin özüne bakıldığı zaman abd konulu onların kurtuluşu, yaşayışı, ürünleri vs. vs. çıkıyor. Çıkması çok doğal çünkü yapanlar onlar. Ama işin birde korku yönü var yani filmlerde sonu gelen onlar her ne kadar çoğunun sonunda ülkeleri kurtulmuş olsada. Veya terör saldırılarından korkuları göz önüne çıkıyor. Her an sonları gelecekmiş gibi yaşıyorlar. Ve bazı filmlerde ufak tefek serpiştirilmiş yada gözle görülür Müslümanlık. Oraya doğru yönelme buda sevindirici bir durum en azından benim açımdan. Herkesin görüşü farklıdır bu konuda. Bir kaç filme değinmek gerekirse.

derin karanlık
derin karanlık

Tuba le-ke

| 09 September 2009 15:05

Beyoğlundan el ayak çekilmiş, bankamatiklerden birinin dibine, gözleri çapaklı tüyleri çamurlu bir köpek işiyor..Beni gördü dik dik baktı, kulaklarını düşürdü..Naber lan dedim.. sonra, biz iki it ayrı yollara gittik..
Karaköy de midye dolmacıdan midye yedim, son vapur gitmiş.. umurumda değil. midyeci kürdoğlu muhabbet erbabı bi oğlan;

Nasılki mahlukatta faaliyet ve hareket; bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki: Herbir faaliyette, bir lezzet nev’i vardır; belki herbir faaliyet, bir çeşit lezzettir. Midyeci kürdoğlu da böyle biri..
“Bizi bir kere insan yerine koyaydılar bunca dert açılır mıydı milletin başına? “