bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

Bilgisayarım

fahrunisa | 14 January 2008 02:25

Nedir bu akıllı ekran önünde geçirdiğimiz zaman? Kendimizi uzay yolculuğuna mı hazırlıyoruz? Senelerce sürecek, bizi açık havada gezmekten, yüzmekten, kuşların sesini dinlemekten mahrum edecek izolasyon hayatına mı? Yoksa atmosferi olmayan yeni gezegenimizde minik kutucuklarımızda asosyal yaşama şartlarına mı hazırlanıyoruz? Belki de artık şehrin gürültüsünden, trafiğinden bıktık, hayatı ‘byte’larla yaşamaktan zevk alıyoruz, kimbilir? Ne olursa olsun, işte saatlerce önünde durduğum ekrandan kaçmak yerine akşam yine ona koşuyorum. Bazen yazıyor,bazen çiziyorum. Bazen de yıllardır görmediğim arkadaşlarımı bulup ‘çet’ ediyorum. Ama her zaman, ama her zaman bilgisayarımın yanında oluyorum, ya da o benim yanımda. Hastalanmıyor, karnı acıkmıyor, elbiselerini etrafa atmıyor, patronuyla kavga etmiyor, en önemlisi ben ne dersem onu yapıyor. Onu seviyorum.

TOY

| 14 January 2008 00:55

Şaşıyordu kendine, kendisi mi yanlıştı yaşıtları mı?Bildiği gördüğü tüm arkadaşları bir kızla ilişkilerini bitirdiklerinde hayatlarına devam ediyor, üstüne üstlük ayrılığın dumanı tüterken başkalarını buluyorlardı. Kolay mı unutmak öyle hemen? Tutacakları bir matemleri yok muydu, gönül kapılarına asacakları kara bayrak, saygı duruşu…

Başı önde, elleri cebinde düşündüklerine cevap bulamadan kendisini aşkın yükünü sırtlamış Atlas gibi hissederek sürüyordu ayaklarını yere. Babası takmıştı son iki aydaki bu boş vermiş haline. ‘Şimdi karşıdan gelse yine kızar’ diye aklından geçirdi. ‘Ellerimi dışarı çıkartsam nasıl sallamam gerek ki bunları? Ayaklarımı sürümezsem de baston yutmuş gibi yürüyorum,bari başımı kaldırayım’ dedi. Keşke babası gelse idi, keşke ‘neden böylesin, ne biçim delikanlısın! diye herkesin önünde bağırsaydı. Aşkını istemeyen geliyordu karşıdan,yanında da o briyantin kutusu bitirmiş piç! Onlara bakmamalıyım. Allahım kazık gibi yürüyorum. Daha hızlı yürümez mi bu ayaklar? Başımı yine eğdim, kaldırmalı mıyım? Yüzüm yeterince ciddi mi, acı çektiğim belli oluyor mu? Bana bakıyorlar mıdır? Kız niye kıkırdadı? Gözyaşım ne olur akma. Koşsam mı?

seni pazar günü daha çok özlüyorum

derin9 | 14 January 2008 00:25

Yokluğun Pazar günü daha derin bende. Daha fazla özlemle bakıyorum parkta gördüğüm her sevgiliye. Ve daha çok anlıyorum zamanın aslında hesapsız ve dalga geçerek geçtiğini…
Oysa yanımda olmalıydın bu Pazar. El ele gezmeliydik küçük ama kendi içinde büyük şehri.yada saat gecenin sularında gezinirken bir İspanyol meyhanesinde oturup, hafiften çekmeliydik kafaları. Ahşap masalar, ahşap sandalyeler, balık ağları, loş ışıklar… ama mutlaka kırmızı.
İzmir’de olup bir İspanyol meyhanesi bulmalı şimdi. Yerde talaş kırıntıları, ahşap kokusuna eşlik eden kırmızı şarabın kokusu, karşıda ege’nin hafif çalkantılarıyla oynaşan yakamoz kırıntıları fon’da Karsakov un Şehrazat senfonisi…İspanyol meyhanesinde olmalıydık bu akşam. Şarap içmeliydik birlikte ve yaşanan her şeye inat. Kendi kaderimize inat, olmayacak olanlara inat, şerefe demeliydik.
Kırmızı ve mavi ışıkların arasından alıp şarap kırmızısını, içip sarhoş olmalıydık. Ağzımıza ve aklımıza gelen her şeyi söylemeliydik konuşmalıydık… ama gülerek, ama neşeli, ama hüzünleri unutmadan. Belki teşekkür bile etmeliydik gece ve hüzne, bizi biz yapan üzüntülerimize… Son tesellim şarap oldu diye yazıp peçeteye, sessiz sessiz bağıran şarkıcıya göndermeliydik bu şarkı lütfen diye…
Doğru ya, İspanyol meyhanesin de bir kadın söylemeli. Çığlık çığlığa değil ama. Sessiz, derinden, sade ve öylesine içten söylemeli şarkıyı. Hüzün olmalı, yitirmişlik, aşk acısı olmalı masalarda oturan kişilerin yüzlerinde. Ve herkes tanımalı birbirini yüzüne bakınca. Yüzündeki acıyı…Bu Pazar İspanyol meyhanesinde olmalıydık seninle tüm her şeye rağmen.
Hafif esen rüzgar, yakamozlara benzettiğimiz aslında dar ama koca şehrin yansıyan ışıklarına bakıp dalmalıydı derinlere. Çocukken soğuk hava deposuna kış mevsiminden soğuk havayı depoladıklarını düşünen bana gülmeliydik dakikalarca. Çocuk olmalıydık saf ve su katılmamış halimizle yaşamalıydık aslında adına aşk dediğimiz rezilliği…
Keman sesleri karışmalıydı geceye. İçinden söküp atmak istediklerini, yaşadığın ama hiç bir şey anlamadığın zamanı, yaşayacaklarını ve daha birçok şeyi o keman sesine teslim etmeliydi ve biraz da ağlamalıydı gecen zamana.Elinde yakut’un rengi, yanındaki sandalyenin koluna astığım çantanın içine beş saatliğine teptiğimiz anılar.
Yaşadıklarımız, yaşam karelerimiz, siyah-beyaz resimler, evcilik oyunları, köşe kapmacalar,
İlk aşklar, son aşklar ve aşkı aramaktan vazgeçtiğimiz zamanlar…Bu Pazar yanımda olmalıydın… Ve ‘ her seven adsız bir kahraman, insan sevebildiği kadar insandır’

Uzak şehirlerde tanıdık hayatlar…

arseli33 | 14 January 2008 00:25

Şehirlerce, kilometrelerce uzağımda olan, tanıdık bir hayatın perdelerini aralıyorum sessizce.İnsanlar geçiyor aramızdan, gözyaşlarımızı giydiriyoruz sitemlerimize, yollar hep ayrılığa çıkıyor.Yüreğimizin sancısını yazıyoruz, gecelerce.
Geçmişteki kapanmaz izler, altında hüzün yatan cümlelere dönüştüğünde, uzak şehirlerdeki tanıdık hayatın güçlü sözleriyle süslüyorum yarınlarımı.
Onca hayalkırıklığını bu zamana kadar yüreğinde barındırmış, o güçlü sözlerin sahibi bir ” merhaba” ile tutuyor yüreğimdeki dost elini.
”Kendim” diye ifade edebileceğim ne varsa, içine sığdırmış hepsini.Kendimi görüyorum onda, kendimi buluyorum, kendim oluyorum.
Güveni hissediyorum, paylaştıkça çoğalan mutluluklar hüznün içine bir zehir gibi işliyor.İncitmekten korkar sözcüklerini seziyorum, iyilikle beslenen kalbini görüyorum.
Yolların ötesinden yazıyorum sana, dost!
İyiki varsın ve benim hayatımdasın…

Cengiz Aytmatov Edebiyatı/ Kader

nevdalist | 14 January 2008 00:25

Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir…gider gelirdi..
Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı Özek uzar giderdi. Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı. Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider, gelirdi…

Bu yazı benim çok sevdiğim, dönüp dönüp tekrar okuduğum bir yazarın sizin nezdinizdeki izleklerini görmek için yazıldı. Benim onu okurken hissettiğim duyguları başkası da hissediyor mu? Yoksa bana has bir şey mi sorusuna cevap bulmaya çalışıyorum. Ayrıca sizin de onunla kısaca da olsa tanışmanız da etkendir.
12 aralık 1928 yılında Kırgızistan’ın Talos kasabasının Şeker köyünde doğmuştur. Kim bilir belki de bu yüzden bütün kitaplarında hep zor doğa koşulları, uçsuz bucaksız bozkırlar vardır. Zor bir çocukluk geçirmiş. Kitaplarında çocukluğunun izlerini aradığını anlatıyordu, bir yazıda. Kendisi ilk önce veterinerlik okumuş. Daha sonraysa edebiyat okumayı tercih etmiştir. Elveda Gülsarı kitabının kahramanı bir attır. Bu at üzerinden betimlemeler, sorgulamalar yapar. Veterinerlik bilgileri kitaplarındaki hayvan sevgisinde ortaya çıkar. Bir şekilde insanın hayvanlarla olan bağı umudu işaret eder. Beyaz Gemi’de yeniden görülen marallar umudu simgeler. Küçük çocuk her şeyin daha güzel olacağına inanmaya başlar.