bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

“Padişah Değil de Marangoz Olsaydı Milyarder Olurdu”

toz66 | 10 June 2008 09:00

Sultan İkinci Abdühamid Han‘ı kimileri pek sevmez, kimileriyse aksine pek sever 34. Osmanlı sultanını…
Sultan Abdülhamid, 33 yıllık hükümdarlığında, Osmanlıya, doğudan ve batıdan birçok yenilik getirmiş, hükümdarlığı süresince bir karış toprak bile kaybetmemiş ve halkını büyük kambur olan savaşların yükünden az da olsan kurtarmıştır. Ekonomi, eğitim ve sosyal alanda yaptığı yeniliklerle 33 yılda Osmanlı’yı geliştirmeyi başarmıştır…

Herkes genelde bilir; Osmanlı’da padişahlar ve şehzadeler devlet yönetiminin yanı sıra başka meslek ve sanat dallarında da uzmandılar. Abdülhamid‘in sanatı ise marangozluktu
Devlet yönetimindeki üstün dehasını, görenleri hayrete düşürecek güzellikte yaptığı ahşap eserlerde de göstermişti. Abdülhamit’in başarısını İlber Ortaylı da “Abdülhamid padişah olmasa marangozluk yapsa, adam milyarder olurdu. Borsadan, para ve senet hareketlerinden çok iyi anlar. Piyasada broker olabilir yani. Adamın merakı modernleşme. Arap Ortadoğusunda reform başlattı, oralarda sevilir. Diplomasiden çok çok iyi anlıyor….” sözleriyle oldukça güzel anlatmış.

bir aRRoGaNTe HoMbRe masalı

aRRoGaNTe HoMbRe | 09 June 2008 17:32

Uzun zamandır bir yazı yazayım. Artık zamanı geldi. Yazayım yazayım, n’olur yazayım lan diye düşünüyorum. Ne yazsam acaba ne yazsam, bir karar gerisi versem başlasam gelir, zaten yarısıdır başlamak başarmak inanmak gibisinden kelimeler, cümlemsiler kafamı meşkul ede dursun, döner başlıklı kız ormanın derinliklerinde ilerlemeye başlamış. Orman sessiz ve ürkütücüymüş. Korkusunu şarkı söyleyerek yenmeye çalışan oynar başlıklı kızın ağzında, “haydi lilililililililili yar” adlı süpersonik şarkı varmış. Bir yandan şarkıyı söylüyor, diğer yandan acaba bi “li” eksik mi söyledim lan diye düşünüyormuş. Sonra “bas gaza yavrum bas gaza” adlı koptik şarkıyı söylersem, hem gaza gelir daha hızlı giderim, hemi de hemhüm diye düşünmüş.

Derken çalıların arasından bir ses duymuş. Yola birden mavi renkli, beyaz şapkalı, küçük bir yaratık fırlamış. Çok başlıklı kız korkusundan az kalsın elindeki cep telefonunu düşürüyormuş. Cep telefonu adeta düşeyazmış, bambaşlıklı kız ise korkudan sıçayazmış. Fakat bu yaratık hiç de öyle düşmanca görünmüyormuş. “Nereye böyle şeker?” diye sormuş yaratık. “ Bayi toplantısına gidiyorum” demiş hepbaşlıklı kız. “Fakat sen kim olasın, kimsin ki, amaaaan sen kimsin?” diye sorabilmiş en sonunda.” Ben, riyakar şirinim” demiş yaratık. “Bizim köy az ileride, adı Çımıklar Köyü. Kötü kalpli Gargamel peşimdeydi. Ona izimi kaybettirmeye çalışıyordum. Arkadaşlarım overlokçu şirin, nohutlu şirin ve ay ne şirini bulmalıyım. Bana yardım etmelisin.” diye eklemiş. ” Çok da zkimdeydi.” diye cevaplamış hiçbaşlıklı kız. “Hem benim yapacak çok önemli işlerim var, hem de ismin pek güven vermedi bana, ne yalan söyleyeyim.” diye eklemiş ve riyakar şirine tekme atıp, yoluna devam etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş.(-uz ne lan?). Gide gide bir söğüde dayanmış dayanmış. O söğüdün allarına boyanmış, gelin boyanmış. O kadar yürümüş o kadar yürümüş ki, inanmazsın o kadar yani. Tabi sonunda karnı guruldamaya başlamış. Midesinin isyan sesi, sessiz ormanda yankılana dursun, bizimkisi (-kim? -başlıklı olan işte) “Ben o kadar dirençli, o kadar kuvvetliyim ki açlıkla mı baş edemeyeceğim” deyü kendisini gazlıyormuş.

Soroptimist

semazem | 09 June 2008 15:50

Bu kelimeyi duydunuz mu bilmiyorum. Ben Ankara Kalesi’ne gidip geldikçe, yürüdüğüm sokaklarından birisinde bir levhanın üzerine yazılmış bu kelimeyi hep farkederdim. ama ne olduğunu oğrenme gereği de hiç duymamışım, ne ayıp.

Geçtiğimiz hafta sonu eda edilen “Ankara Kalesi Festivali” sebebiyle kaleye ailece yaptığımız bu seferki ziyarette, pazar günü kapıları açık olan bu binaya nihayet girdik. İçeride gayet güler yüzlü bir kaç hanım ve bir kaç cici genç kız oradan oraya koşturuyor, her gördükleri yüze içten bir şekilde gülümseyerek bir şeyler ikram etmeye çalışıyorlardı. Biz de binadaki “çini” ve “resim” sergilerini dolaştık.

Var mısın Yok musun?

catlakpusula | 09 June 2008 15:26

Geçenlerde toplu olarak arkadaşlarımızla gezmeye çıkmıştık dönerken dolmuşta şu zamanların en meşhur programı olan (biraz reklam olacak ama) “Var Mısın Yok musun?” da yarışmacı olan 3’üzlerden birini gördük. Tabi ilk defa ünlü görmüşüz (ona da ünlü denilirse) bununda tadını çıkarmak lazım. Bizimkiler başladı garip garip soralar yöneltmeye yazık adamcağız neye uğradığını şaşırdı. Ama arkadaşlarım bir dakika olsun durmadan saçmalamaya devam etti. Arada ben de soru sordum ama onca gürültü içerisinde benim sorularım gümbürtüye gitti. Aklımda kalanlara göre “Paranızı aldınız mı?” sorusunza karşılık “Hayır 6 ay sonra alacağız” demişti. Ben bu kadar çabuk olmasa da yine de bundan daha kısa sürede paralarını alırlar diyordum. Demekki adam parasını alamadığı için dolmuşlarla geziniyor. Bir de “Nursel abla gerçekten güzel mi?” diye sorulmuştu o da “Hayır ” demişti bizde tipi değil heralde şeklinde yorumladık. Elindeki sağlık karnesi de gözlerden kaçamdı. Var mısın Yok musundan sonra hasta olduğunu düşünüyoruz. Adamın kafasında güneş gözlüğü olmasına rağmen elindeki sağık karnesini gözüne güneş gelmemesi için siper etmesine de şaşırdık. demekki Var mısın Yok musun programı böyle şaşırtıyor insanı. Öyle düşünüyorumki adam dolmuşa bindiğinde ilk defa böyle bir tepkiyle karşılaşmıştır. Neyse bu da bize eğlenceli bir anı olarak kaldı.

tayyeap sen

| 09 June 2008 13:24

Mimar, mühendis, muhasebeci gibi meslek sahibi olanların, kahvehane, pastane, kuruyemişçi gibi işyeri olanların biraraya geldiği meslek odaları vardır.

İşçilerin ve memurların ise dayanışma ve haklarını savunma amaçlı kurulan sendikaları vardır.

Tabii ki bu dayanışma ve haklarını savunma, kimi zaman sadece kağıt üzerinde kalıyor. Bizim ülkemize özel olarak, sendika ve oda yöneticiliği özel bir meslek haline dönüşmüştür.

***

Bir iki gurup insan çıkar, seçim zamanı geldiğinde oda – sendika başkanlığı için çalışmalara başlarlar. O güne kadar üyelerin halini hatrını sormayan, sıkıntılarını dertlerini dinlemeyen yönetici adayları seçim vaatleriyle çıkarlar ortaya.
Pardon, bir şeyi unuttuk. Yönetimi ele geçirenler, sadece aidat ödemeleri için arada sırada rahatsız ederler o kadar.

1996-2008

juki | 09 June 2008 12:59

Futbol tutkunları bilirler, milli takımımız ilk defa 1996 yılında Avrupa Futbol Şampiyonası’na katılmaya hak kazanmıştı. Hepimiz ekran başında TRT ekranlarına kilitlenmiş heyecanla İngiltere’de yapılan şampiyonadan milli takımımız adına goller, iyi skorlar ümit ediyorduk. Ne var ki Türkiye İngiltere 96’da oynadığı üç maçı da kaybetti. Bilenler hatırlayacaktır, Alpay Özalan’ın gole giden rakibine faul yapmayarak centilmenlik göstermesi turnuva adına tek tesellimiz olmuştu.Nostaljiyi severim, o nedenle şöyle 12 yıl öncesine götürmek istedim sizi. Neden mi? Söyleyeyim, o zamanlar çoğu kişi şu uydu denen saçmalığı evlerine sokmamıştı. Birkaç kanalımız vardı ve onlar bize yetiyordu. Hiçbir televizyon ekranında sinyal yok, aman şifreli gibi mesajlar göremezdiniz. Takımınız 0 puan da alsa Avrupa Futbol Şampiyonası’nı yaşayarak izlerdiniz. TRT’nin gönülden anlatımlı spikerleri, özellikle Levent Özçelik, sizi adeta maçın oynandığı sahanın kenarına götürürdü duygulu sesiyle. Şimdilerde ise üstün(!) teknolojik receiverlerimizle ATV’nin şifresini kırmak için 1001 hendek atlamak zorundayız. Ondan sonra dizi tadında ATV ekranlarında keyifle milli takımımızı izlemeyi hak edebiliriz. Tabi keyif kalırsa. İşte 12 yıl önce ve sonra. Sarmadı beni ATV, uydu, Euro2008 üçgeni.