bildirgec.org

komedi hakkında tüm yazılar

kim 500 milyarı haketmez?

emsvizyon | 12 February 2007 11:23

bu durumun bilimsel bi radı olmalı :)
bu durumun bilimsel bir adı olmalı 🙂

bir göz doktorunun, anatomiyle ilgili olup cevabı göz olan bir soruya, “kulak” diyerek yanıt vermesiyle,kendi kendime sormuş olduğum bu sorunun cevabını da almış olduğumu düşünürdüm.
esasında, göz doktorunun verdiği kulak cevabı bu sorunun doğuş sebebiydi ya, neyse 🙂
ama yanılmışım! en haketmeyeni bulduğuma inanıyorum. şöyleki,soru şu;
George W. BUSH’un ön adı nedir?
verilen cevap, çekilen sıkıntı, kullanılan jokerler ve düşülen durum, kare kare burada 🙂

ACEMİ ÖĞRENCİ, AVCI ÖĞRETMEN

pesimist01 | 10 February 2007 17:33

Türü komedi filmi olan “Acemi Öğrenci Avcı Öğretmen”gösterimi girmiştir.Filmin konusu şöyledir;Jon Heder, New York’ta yaşayan ve hayatını park cezası keserek kazanan, sorunlu bir gençtir. Kendine güveni olmayan Roger, bir arkadaşından duyduğu kendini geliştirme kursuna katılmaya karar verir. Dersi Dr. P (Billy Bob Thornton) adında gizemli biri vermektedir.Dr. P, asistanı Lesher’ın (Michael Clarke Duncan) yardımıyla kursuna katılanlara kendine güvenmeyi ve kadınları tavlamayı öğretmektedir. Öğrettiği teknikleri kullananların içindeki aslanı ortaya çıkaracağını savunan Dr. P’nin garip teknikleri ilk başta sınıfta bir kargaşaya yol açsa da kendine güven konusunda yol kateden Roger dersleri almaya devam eder.

Umut Sarıkaya’nın da söyleyecekleri var…

Guitarist | 05 February 2007 00:03

Umut Sarıkaya’nın yazdığı hikayeler çok güldürücü,bir çok kopyası da çıkmaya başladı onun gibi hikayeler yazmaya çalışan. Ben karikaturlerinden çok hikayelerini seviyorum. Absürd komedi diyebiliriz sanırım tarzına.

Benim de söyleyeceklerim var kitabı 8.50 YTL ye satılıyor. Almanızı tavsiye ederim.

Bir örnek;

Aynı Biz burada otuziki erkek gittikçe birbirimize benziyoruz.
Farklı kültürlerden, farklı ailelerden, farklı çevrelerden gelen
kişileriz. Belki hiç istemediğimiz halde sırf ekmek parası için
bir araya geldiğimiz, başka bir ortamda karşılaşsak en ufak bir
muhabbet edemiyebileceğimiz bu adamlarla, bu ailelerimizden,
sevgililerimizden, dostlarımızdan çok gördüğümüz adamlarla sonunda
aynı olup çıktık. Kendimizin de farkında olmadığı yavaşça, sinsice
gelişen bir durumdu bu ama kaçınılmazdı. Olacaktı ve sonunda olacağına
varmıştı. Mimiklerimize, hareketlerimize kadar bile benzemiştik işte
birbirimize. Huy transferi başarıyla gerçekleşmişti. Emrah gibi
gülen, Selçuk gibi şaşıran, Ersin gibi konuşan, Yiğit gibi kızan
birbirinin aynı insanlar dolaşıyordu artık dergi koridorlarında.
Yazın sıcak çalışma gecelerinde yalnız donumuz değildi g.tümüze yapışan,
aynı zamanda dostlarımızdı da kalbimize yapışan… Dedim ya dostlarım
beğenilerimiz de birbirine benzemişti. Hatta şimdi sağlam kafayla
okuduğumda rezalet gibi gelen bir cümle önce yaptığım don-g.t, dost-kalp
benzetmesini yazar yazmaz ben çok beğenmiştim de neşeyle oda arkadaşım
Ersin’e göstermiştim. Tabiki o da beğenmiş ve beni bu benzetmeden dolayı
kutlamıştı beni. “Abi bu ne ya! Ses uyumu var abi bu cümlede şiirsel bir
tad barındırıyor.” diyerek cümleyi tekrar tekrar okuyor ve “mükemmel, mükemmel”
diye övüyordu. Aynı olduğumuz için ne yazık
ki ben de övmeye başladım cümleyi ve boku yedik. Yaman bir paradoks kapısı son
una kadar açıldı. Ben övdükçe, Ersin daha da övüyor, Ersin övdükçe, ben
alıyordum sazı elime. E tabi konu kısıtlı, bizim edebi dağarcık da haliyle az…
Ne kadar mükkemmel olsa da bir cümleyi, bir benzetmeyi ne kadar övebilirsin?
Kelimeler tükendi, cümleler tükendi, övme isteği tükenmedi. Ersin apansız “Umutcuğum
ben kız olsam var ya bu cümleye verirdim be verirdim!” diye haykırdı. Bunun
üzerine duramadım dostlarım duramadım, dur diyemedim deli gönlüme, zaten hava
sıcak olduğu için üstüm çıplak, ortam müsaitti. Aldığım gibi kağıdı elime
göğüslerime sürtmeye başlayıp, anlamsız sesler çıkarmaya başladım. Evet yaptım
bunu. İş iyice amacından sapmış, çığrından çıkmıştı, birinin bizi acilen durdurması
lazımdı. Biz birbirimizin elinden “bak şimdi napıcam, ver bak göstereyim” diye
kağıdı kapmaya çalışırken içeri diğer oda arkadaşımız Uğur Gürsoy girdi. Uğur
aklı başında, iyi bir hekimlik kariyeri olan ve bunu sürdüren aynı zamanda mizaha
gönül vermiş, naif, duyarlı biriydi. Tek kelime bile etmeden hızlı adımlarla
yanımıza doğru yaklaştı ve ikimize birden sıkı sıkı sarıldı. Uğur nasıl bir
coşkuyla geldiyse zıplayarak sarıldığı için ben dengemi kaybettim ve düşmemek
için geriye doğru bir iki adım attım. Fakat birbirimize çok sıkı sarıldığımız
için bırakamadım da… Odanın içinde yumak halinde bir tur atıp yere düştük.
Yerdeydik ama birbirimize halen sarılıyorduk. Ben bileğimi burktuğum için sinirlendim
ve sebebi o olduğu için Uğur’a “sana nooluyor oğlum ya. Hadi biz burada yıllardır
birlikte olan insanlarız. Benzeşimimizin altında zaman faktörü önemli bir rol oynuyor.
Sana ne oluyor! Daha geleli iki gün oldu, bi dur be adam, bi dur!” diye çıkıştım.
Sarılmasında en ufak bir gevşeme olmadan “ne var abi, ne var? Belki benimkinde de
zaman faktörü rol oynuyor. Sen nerden biliyorsun ki benim iç dünyamı, benim neler
yaşadıklarımı.” diye itiraz etti. Ersin ve benim böyle birşeyin imkansızlığı
konusundaki ısrarlı tutumumuz karşısında Uğur daha fazla direnemedi ve “eksik
kalmayayım istedim lan! Seslerinizi duyup da tee tuvaletten koşup geldim. Hata mı
ettim, Ayıp mı ettim!” diye gözyaşları eşliğinde yüreğini açtı. “Aha samimiyet,
işte samimiyet” diyip hemen sevdik Uğur’u. Uğur’a bir kaç kişisel özelliğini,
prensibini anlattırdık, sağolsun kırmadı anlattı hemen o özellikleri, prensipleri
benimsedik. Evet artık o da bize benzemişti. Bileğimin ağrısı hat safhaya varmıştı
. Ayak sağlığım açısında bir yere uzanmam lazımdı. Odadaki şezlong parçapincik
olduğundan en yakın şezlonga gitmeliydim. Ama bir yandan da bu sevgi yumağından da
vazgeçemiyordum. Resmen ikircikli duygular yaşıyordum. Duygu dünyam ile Fiziki
dünyam arasında bir tercih söz konusuydu. Kararımı verdim.Uygun bir dille beni
en yakın şezlonga, Memo’nun odasındaki şezlonga götürmelerini söyledim ama yumağın
duygusal dünyamdaki öneminden de bahsettim. Yumak halinde ayağa kalkıp, koridoru
arşınlayarak Memo’nun odasına girdik. Kahretsinki Memo fütursuzca uyuyordu, dürttük
olmadı, bağırdık tınmadı. Ersin “Bunun uyanacağı yok Umutcuğum, sen şöyle yanına
uzanıver, dinlen biraz” dedi. “Ya siz?” diyebildim sadece, sustular. Yavaşça
uzandırdılar beni Memo’nun yanına. “Abi gelin yer var burda, sığışırız. Bozmayalım
yumağı” dediysem de gelmediler. Tam kapıdan çıkarlarken “Ersin! Uğur!” diye
seslendim, dönüp baktılar. “Sağolun” dedim, başlarıyla onaylayıp çıktılar. Bundan
sonra olanları ben uyuduğum için sonradan Ersin ve Uğur’un anlattıklarından
biliyorum. Bu ikisi sarılarak Emrah’ın yanına gitmişler ve ona da sarılmaya çalışmışlar.
Emrah tersleyince onu kıskandırmak için hemen yanındaki Hakan’a sarılmışlar. Ama
Hakan kemikli bir yapıya sahip olduğu için gerekli randımanı alamamışlar canları
çok yanmış, zaten Emrah da bu durumu kıskamamış hiç, bırakmışlar Hakan’ı. Bir müddet
sonra Emrah bu ikisini çekmiş kenara bu hallerini sormuş. Ersin benim yazının ilk
paragrafını daha önce okuduğu için aynen tekrarlamış. Emrah “hassiktrin oradan” diye
karşılık vermiş ve böyle birşey olmadığını bunun tamamen biz üçümüzün kişiliksizliğinden
kaynaklandığını bizden başka kimsede böyle bir hissin olmadığını kaba bir dille bir
bir anlatmış. Onlar da halen inandıklarından kendi doğrularına, kendi doğruları gereği
Emrah’la aynı düşüncelere sahip olduklarını söylemişler. Bütün bunları ben uyanınca
duydum. Ben de Emrah’a hak verdim. Diğer ikisine söylemedim ama ben Emrah’a çok hak
verdim. Eve gidip bütün bunları tek tek düşündüm. Dergi insanlarını tek tek gözden
geçirdim. Büyük çoğunluğunun mutsuz, umduklarına hiçbir zaman kavuşamamış, yeterli
maddi birikime ulaşamamış, ilişkilerinde pürüzler olan, ortayaş bunalımındaki insanlar
kümesi olduğuna karar verdim. Ve asıl gailemin onlara benzemek değil, tam aksine onlara
zerre benzememek olması gerektiğine karar verdim. Kısa bir matematiksel hesapla pürüzlü
bir ilişki ve maddi birikim yoksunluğunun koca bir ortayaş bunalımına davetiye çıkardığını
gördüm. Birikim yapmak için harcamamda çeşitli kısıtlamalara girmeliydim. Ve “Bundan
sonra evden ekmek arası yapıp götürücem lan. Dışarda yemek yemek sarstı bütçemi”
diyerek girdim. Sarelleli ekmek aramı yapıp bir poşete koydum, dergiye gitmek için
yola çıktım. Dergiye giderken Uğur’a uğradım durumu anlattım o da ekmek arası yaptı.
Ersin’e de anlatacaktık ama evi çok uzak olduğu için otobüs parasına kıyıp, gidip
anlatamadık. Beraber elimizde poşetlerle yola düştük. Bütçeyi sağlama almıştık ama
ya pürüzsüz ilişki. Bırakın pürüzsüzü pürüzlü bir ilişkimiz bile yoktu ikimizin de.
Hemen kız arkadaş edinebilmek için dergi yerine bir bara gittik. İkimiz de garsonların
uyarmasından çekinerek çıkarıp ekmek aralarımızı yiyemediğimiz için bütün paramızla
aç karna bira içip, aynı kızı kestik. Bar kapanıp istiklal caddesinde elimizde poşetlerle
yürürken “Uğur oğlum biz var ya vallaha da billaha da o kızı yerdik” dedim.

Avrupa’lı Olmak İsteriz Ama: Madeni Euro’larınızı Almasak?

pilli pati | 18 January 2007 03:32

Biz enflasyona alıştık, sevdik onu. “Neden?” derseniz, bu sevgi bizi cebimizde madeni para taşıma derdinden kurtardı.

Biz 5 kuruş, 10 kuruş sevmeyiz. Bunlar da var tabii ama bu kuruşlar ismiyle gezer, piyasada. Bir aralar belki görmüşlüğümüz vardı? Ne zamandı? Unuttuk… Arada sırada elimize geçince nostalji yaparız, gözlerimiz dolar, aslında fena da sayılmaz. Duygusal milletiz, yakışır bize.

Şimdi biz, bir de hayaller kuruyoruz ya, “Avrupa’lı Olacağız” diye, işte bu hayallerimize “madeni euro’ları almasak” diyoruz. Nasıl desek? Ağırlık yapıyorlar da…

vizyondakiler

pesimist01 | 14 December 2006 10:56

Şuan vizyonda birden fazla film bulunmaktadır.Bunlardan bazıları şunlardır;
sınav
dünyayı kurtaran adamın oğlu
dondurmam gaymak
eve giden yol
son osmanlı
Bu güzel filmeri daha yakından görmek ve ayrıntılarını öğrenmek istiyorsanız;

bizim sinemalarımız

senay_izne_ayrildi | 11 December 2006 19:57

burada Türkiye’nin en önemli ihracat kalemlerinden birinin “komedi” olduğu imdb ‘nin listesi referans gösterilerek iddia ediliyor (o listeyi bulamadım). burada ise star trek, e.t. , oz büyücüsü ve star wars ‘un yerli versiyonlarından bahsediliyor. hepsinin yazarı seanbaby. seanbaby, oz büyücüsü’nün son cümlesinde “Turkish screenwriters are amazing” diye yazmış. sen asıl onların dizi yazanlarını gör seanbaby, asıl dizi yazanlarını gör.

ayrıntılarıyla MONTY PYTHON

Cevval Portakal | 30 November 2006 14:29

Öncelikle söylemem gerekir ki johan sebastian bach’tan sonra dünyanın en güzel şeyi monty python‘dir.

monty python ekibi aslında 6 kişidir, ama gerek neil innes, gerekse carol cleveland icin “7. python” dendiği görülmüştür. ekibin üyeleri john cleese, graham chapman, eric idle, michael palin, terry jones ve amerikali terry gilliam‘dir. gilliam skeclerde ve filmlerde diğerleri kadar sık gözükmez; animasyonlarını yapar, skeçlerin birbirine bağlanması konusunda yardımcı olarak monty python’in bu konuda ekol haline gelmesine yardımcı olur.

john cleese içlerinde en yaşlısı ve en uzun boylusudur. genelde insanları sinir eden adam veya sert nazi subayı gibi rollerde görülür. şu anda amerika’da yaşamaktadır. inanılmaz mimiklere sahip olan bu arkadaşımızın ministry of silly walks skeçindeki performansı efsanevidir. cambridge’de hukuk okumuştur.

UFO-Din ilişkisi

CemSALIK | 24 November 2006 13:56

Hepsi bu kadar komik artık
Hepsi bu kadar komik artık

Denizli’deki Ufo müzesine bir uzaylının girdiğini ve buradaki ziyaretçi defterine kendiyle ilgili “İster inanın ister inanmayın ben neysem oyum” diye birşeyler yazdığını yine buradan öğrendik.

Ama bununla ilgili birkaç kaynağa baktığınızda görgü şahitlerinin müzede çalışan iki görevliden başka kimse olmaması bu işte çok basit bir reklam komplosu olduğu izlenimini veriyor. Çünkü eğer müze binasının şuradaki
fotoğraflarına bakarsanız müze sahibi Funika holdingin bu işe gerçekten iyi para yatırdığını ve uzay pijaması gibi ürünle ürettiği de düşünüldüğünde maddi zorluk içinde böyle birşeye başvurmuş olabileceği ihtimali geliyor. Taksim’de bir ara bir Ufo müzesi var biliyorsunuz. Buraya bir kere arkadaşımla gittiğimde kasadaki görevliyle evinin çatısında yürüyen uzaylıyı anlatan bir kadının konuşmalarını duymuştuk.Ama bunun da müze ziyaretçi sayısını arttırmanın bir yolu olduğunu düşündük çünkü böyle bir hikayeyei duyan biri en az bir beş kişiye anlatcaktı.