bildirgec.org

annem eve çağırana kadar…

karamel-hafif | 19 September 2003 10:21

Sen tatile giderken ben burada kaldım. Aklımda tek bir soruya bağlı binlerce soru ile… Belirsizlik belki de en kötü şeydi… Sanki hayat hem devam ediyor hem de bir yerinden durmadan sökülüyordu. Dikmeye çalıştıkça iğneyi parmağıma batırıp kanatıyordum ara sıra. Bazen eski yaraların üzerine denk geliyordu.

Mümkün olduğunca rahatsız etmemeye çalıştım seni. Seninkisi sadece bir tatil değildi çünkü bana göre… Bir çeşit kaçıştı. İstanbul’un, seni rahatsız edecek anıların ya da zor verilecek kararların şöyle ya da böyle bir parçasıydım ben. Çünkü ben buradaydım sen ise orada. Buradan gelecek her telefon İstanbul’du, anılardı, sıkıntılardı… Oysa orada deniz ve güneş striptiz yapıyordu karşında. Huzur, her gün masana gelen konsomatristti… Ben ise devrik cümleler gibiydim, melonkoli kokan… Söz vermiştim kendime, sıkıntılarımı sana yansıtmayacaktım.

İlahi Isabel

infuscoare | 18 September 2003 23:04

dıııt… -Efendiim ? -Ananeeee, naberrr 🙂 -Ayyy vıdı vıdı vıdı 🙂 -Ben de, ben de, vıdı vıdı vıdı…

vıdı da vıdı…

-Çocuum her gün sütünü içiyosun di mi ? -Eheh evet evet. -Ne yiyosun ne içiyosun, kilo aldın mı, ne zaman geliyosun evladım, öldürceksin sen beni ? -Ne biçim konuşuyosun anane yaa, bıdı bıdı… -Havalar nasıl cocuum, sogudu mu ? -Eh işte… Hortum gelıyo anane yaa… (Kasırga bee, hortum nerden çıktı. Hem iyi halt ettin ne gerek vardı söylemeye, tüh) -… Gelsin evladım, ne var bunda ? Hep siz gidiyodunuz, gelcek tabii o da, çok ayıp. -:S… anane hortum kim ki ? -Güzel evladım, sen çocukken de böyleydin, insan sevmezdin, küçük görme kimseyi çocuum… -?? -Hem madem sevmiyosun sen neden gidiyosun, sen de gitme ? -Ha… Sen… Bahsi geçti yani bu hortumun ??? Nasıl yaa hö ??? -A aa hani birkaç ay evvel aradığımda yoktun, sonra konuşunca filancayla hortumdaydık demedin mi… Daha önce de bahsi geçmişti, kahve yapmıştı heralde çocuk sana. -Kahve… hortum ?? -Alo ? -ehehehöhühüeh horton’s… Tim Horton’s… Gelsin di mi, gelsin tabii ekiki 🙂 -E dilim o kadar dönüyo benim, gülmek için uğraştırıyosun beni di mi, eşşek kafalı ! -Kızma ananecim, kafam karıştı, bi de çok tatlı söylüyosun duymak istedim, 🙂 -Karışır tabi kafan, vitaminlerini almıyosun, sigara içiyosun, vıdı vıdı vıdı… -:S

Do you have plan, Mr. Fix?

kaptanhayal | 18 September 2003 22:19

Uyuz bir başak erkeği olaraktan bugün doğum günüm. Sigara ve alkol gibi zararlı alışkanlıklarımı da amortisman hesabına katacak olursak, yolun yarısını sanırım artık devirdim. şeklinde giriş yaptığım ve lisede öğrenmiş bulunduğum çeşitli giriş-gelişme-sonuç tekniklerini kullanaraktan bir kompozisyon haline getirmiş olduğum Hafif bloğunu bir yıl önce bugün kaleme almışım. Geçmiş aradan bir yıl, zevk ilen okudum, böyle hafiften uyuz bir gülümseme ile. Bira da içiyorum, keyif de yerinde.

Planlar, projeler, şu, bu. Başak erkeği başka türlü yapamaz, geçmez hayat abuk subuk şeylerle. Uzaktaki memleketlerden birinden bi kız tanıdım arada, dedi birinci haftanın sonunda: “You, Mr. Fix”! Süper bir çizgi kahramanmış, tipik bir uyuz başak erkeği, her maceranın en heyecanlı bölümünde sorarlarmış takıntılı Mr. Fix kahraman kişisine: “Do you have plan, Mr. Fix?”

Birazcık saçmalama seansı

yuceeren | 18 September 2003 20:04

unutmanın en ağır unutulmadan unutmaktır sonrası yalnızlık kelimesine sığmayacak kadar derin bir yalnızlık
bir günlük tutmak istedim kağıttan kalbimin tümüyle ama çağ iletişim çağ hız çağ bilgi çağı ve çağ inkar ve çağ isyan ve çağ aldatma ve çağ acı ve çağ insanın insanı bir hayvanca bitirme çağı ve çağ ölümün tüm acısıyla ve acı kahkahasıyla senin üstüne binme çağı ve çağ acıyı en ince kılcal damarında hissetme ve umarsızca bir kavganın ortasında bulman kendini ve çağ sonunun ne olduğu belli olmayan ve aslada belli olmayacak bir ülkede dilenirmiş gibi eğitim almak ve yoksulluk ve hüzün ve sonbahar çağı ve çağ acı dolu bir çığlık çağı….
yaşam sıcağı sıcağın yaşanırsa güzel ve yaşam umutlarla güzel acıya tek engel belki de umut umutsuz yaşamak ölümden beter belki de değil kim öldü de geldi ki değerlendirsin bunu ve yaşamak ağırlıktır eğer istemiyorsan ama ölümde hafif değildir belki de en az yaşamak kadar ağır ve ortada kalmak ama yalnızca istenir ortada kalınmaz ortası yok bu bir boolean cebri ya var ya yok yasası ya ölürsün yada kalıp yaşamaya uğraşırsın uğraş vermek güzelleştirir insanı emek vermek mutlu eder ve emeğe saygı gerekir çünkü emek insanın kalbinin ellerine gözlerine beynine en güzel hükmediş şeklidir insana saygısı olanın emeğe saygısı olur çünkü…
Ve ahlak denen kalın duvar en zor aşınan taştan yapılmıştır bu duvar dışarıdan odaya mikrop girmesini engeller belki ama dışarıdaki güzel kokular da içeri giremez bu duvarla bu duvar en inceyse en mutlu o gözükür niyeyse belki bir nedeni bile yoktur bunun yalnızca olması gerektiği için olmuş olan bir olgudur yalnızca.hayatta yalnızca olması gerektiği için olan bir çok şey yok mudur ki vardır elbet. biz koymaz mıyız bazı olgularıda daha sonra bunlardan yakınan? biz değil miydik dünya savaşlarını yapan ve daha nicelerini yapacak olan ama göstermelik üzülen o vicdan denen cisimciği içimizdeki rahatlatmak için timsah gözyaşları döken timsah gözyaşı deyimi vardır birde timsah gözünden yaş gelmesi gerektiği için doğası bu olduğu için ama bu gözyaşlarını duygusal gözyaşlarıyla bir tutup birde timsahı suçlayan biz değil miyiz. o öldürüyor çünkü yaşamının devamı için bu gerekli peki biz niye öldürüyoruz yapmayın ben hiç öldürmedim demeyin seçtiğimiz insanlar bugün bir savaşa girmeye hazırlanıyor ve onları biz seçtik yani suça ortak biziz hata suçun büyüğü bizde orda ölen çocukları televizyonda izleyip zevk almak için can atmıyoruz hadi itiraf edin sizinde en sevdiğiniz haber türü insanların öldüğü ailelerin dağıldığı haberler değil mi?ibret hikayesiymiş yapmayın burada kimseyi kandıramayız ibret alıyorsak eğer o haberlerden yıllardır neden ardı arkası kesilmiyor peki bunların tek mesele izleyip iyi ki benim ve ailemin başıma gelmedi diye sevinmek değil mi ama unutmayın hani o televizyonda gördüğünüz karısını öldüren adamda mutlu günlerinde karısının getirdiği çayı(hani sizin eşinizin yaptığı gibi olan çay) yudumlarken kahramanları başka olduğu halde aynı hikayeyi izliyordu yetmez mi sizce de aynı hikayeyi defalarca izlemek aynı masalı sonu belli olduğu halde baştan okumak artık bir son verilmeli değil mi bu işe? bir toplumun en küçük yapı taşı ailedir ve makro bir düzeltim istiyorsak önce mikro bir düzeltimle işe başlamalı değil miyiz sizce de düşünün kaç kez boş bir nedenle kavga ettiniz eşinizle yada çocuğunuza boş bir nedenden ötürü kızdınız? tamam bahaneniz de var çok üstünüze gelmişlerdi ve bugün herkes üstünüze geliyordu zaten patronda en çok size kızmıştı bugün iş yerinde. Ve sizde sinirinizi çoluk çocuktan çıkardınız pardon yanlış hatırlamıyorsam savaşa karşı olanda sizdiniz öyle değil mi hani çocukların ölmesini de istemeyen ama sinirinizi suçsuz bir insandan da çıkaran bunların hepsi siz değil misiniz. Ne o? yoksa sizi sizden fazla mı tanıyorum aslında yalnızca size öyle geliyor ben yalnızca bir aynayım bu yazıyı kim okursa onu yansıtıyorum ülkemizde farklı insanlarda var ben onlardan biriyim mi diyorsunuz anlıyorum sizi peki neden farklısınız niye dedemden ve babamdan bu yana hala aynı adamlar seçiliyor bu ülkede farklı biri iseniz neden farklı birini seçmiyorsunuz ne sizi dinleyen yok mu bir tek siz farklısınız öylemi ama bir paragraf önce benim yazdıklarım sizle bağdaşıyordu.yoksa sorun suç varsa ben kabul etmem semptomu iyi bir şey varsa ben varım yoksa yokum evet evet işte burada biraz durun sorunu çözdünüz hem de yalnızca bir sayfalık bir yazının sonunda.düşünün bakalım burada da bir çıkar ilişkisi var mı babasının hayrına birine bir şey yapılmaz değil mi kimse kimseye yardım etmez değil mi peki orada arka sırada oturan iki arkadaş az önce siz iyi insanlar olduğunuzu iddia ediyordunuz iyilik bir kişiye karşılıksız olarak bir şeyler vermek değil midir yoksa sizin kitabınızda bu işler için farklı bir yorum mu var kabul edin kimse farklı değil hepimiz birbirimizin aynısıyız köydeyken bir kilometre uzaktaki komşunuzu bile tanırken şu anda oturduğunuz sekizinci katın balkonundan aşağıya baktığınızda altıncı kattan aşağıda oturanları tanımayan siz değil misiniz hatta küçüklüğünüz şehirde geçtiyse bile karşı komşu Ayşe teyzenin siz aşağıda top oynarken üstünüze su dökmesini hafif bir tebessümle çocuklarınıza anlatan siz değil misiniz hayır artık çağ para çağı öyle değil mi artık insanlar birbirlerine iyilik yapmıyor mahalle bakkalı kasabı manavı artık yok her şey süper gros mega marketlerden alınıyor artık öyle değil mi? birde globalleşme karşıtı olacaksınız siz bile hafif hafif globalleştiniz bence düşünün bakalım neden mahalle kasabını bırakıp bilmem ne marketten kıyma almaya başladığınızı hatırlamaya çalışın bakalım yüz bin lira daha ucuz diye öyle değil mi peki birde şöyle düşünelim bu kasaptan alışveriş yapmayalım hem işini kaybederse de sizi ilgilendirmez öyle değil mi manavda bakkalda onların çocuklarının ne olacağı da sizi ilgilendirmiyor hem onlar işi bırakınca nasıl olsa gros marketler durumun farkına varıp tekelcilik yapmayacak eti iki yüz elli bin lira pahalıya almayacaksınız öyle değil mi sizce dünya o kadar iyi bir yer mi???

Christiane F. Eroin ve Hastane Güncesi

Ringa | 18 September 2003 17:49

Pazartesi günü hastanede bir yatakta yatmış, Judith Butler’ın Gender Touble adlı kitabını okuyorum. Uluslararası bir öğrenci topluluğunu peşinden sürükleyen 90’ların alt. kültürünün akademik super-star’ı Judy, bir anda feminist bilincimi uyandırıp bende geri dönülmesi imkansız derinlikte fikirler uyandırıyor. Öyleki ancak ağaçların çıplak kökleri ve yeni yıkanmış toprakla iletişim kurabileceğimi hissediyorum. O kadar derine yani. Ve vücudumun derinlerinde bir yerde açılmış bir yara enfeksiyon kapıp kalbimi zehirliyor. Serumlar ve ağrı kesiciler içinde bir hastane deliğinde yatarken otlar ve köklerle ilgili hayaller kurmak bana iyi geliyor mu bilmiyorum ama arada bir odaya girip nasıl olduğuma bakan genç hemşireye iyi geleceği kesin. Yeni yağmış kar kadar bembeyaz çünkü o. 90% saf sabunlar kadar duru ve buğulu. Nereden geldiğini ve nasıl bir hayat sürdüğünü merak ediyorum; ne kadar korunduğunu ve kaderi cam bir fanusun ardına konup saklanmakken nasıl da evinden kaçıp tüm bu iltihap, kan ve ceset dünyasına dalıverdiğini. Sanki bu bembeyaz kadın aslında esrarengiz, cüretkar ve tehlikeli bir duygunun peşinden koşuyor. Sanki sadece cennetten atılmış meleklerin görebildiği bir manzara var gözlerinin önünde, tüm bu yaralı ve iltihaplı bedenlerin içinden fışkıran, lav gibi cazibe püskürten, tepesinde kara bulutlar dolaşan lanetli bir dağ manzarası. Bu yüzden onunla iyi geçinmeye çalışıyorum. Diğer kumral hemşireye yaptığım gibi serumumu değiştirmeye çalıştığında gereksiz yere mızmızlanmıyorum, televizyonun kumandasını ulaşamayacağım bir yerde unutup yanımdan ayrıldığında içimden deliler gibi küfretmiyorum. Çünkü biliyorum, onda anladığım ve saygı duyduğum bir dalgınlık hali var. Bir tırtılın kelebeğe dönüşmeden önce ki o, kozanın içinden yeni çıkmış, ama henüz dışarıya alışamamış, arada kalmış, kayıtsız hali. Kana bulanmış eldivenlerini çıkartan, cerrahın ameliyat ışıkları altında terleyen alnını ufacık bir mendillen silen, aklı havada bir kadının, kendi ölümünü düşünüp, ona asılan erkekler ve aşağılayan başhemşire ile diğer sorunlar arasında sıkışıp kalmaktansa bambaşka, hayal bir dünyaya dalıp tek göğüslü bir amazon gibi atının üzerinde dövüşüyor. Çünkü arada bir gözlerinde bir anlık tehlike parıltısını görebiliyorum. Geçen gün Barış, elindeki çiçekleri, sonuna kadar suyla doldurduğu vazoya bir anda sokuşturduğu için dışarı taşan ve yatağın yanındaki masayı ıslatan suyu gördüğünde tüm beyazlığı ve kayıtsızlığıyla mendil kutusundan bir mendil çekti ve masayı kuruladı. Ama dalgın gözlerinde TEHLİKE – TEHLİKE yazısını okuyabiliyordum. Çünkü o anda eminim ki hayallerinde eline bir bıçak almış bıkmadan usanmadan sokup çıkartıyordur Barış’ın kalbine. Tek bir flaş çakıyor gözlerinin dümdüz, sakin mavisinde, saniyelik bir Tsunami kopuyor ve o saniye içinde kadının aklından neler geçtiğini gırtlağıma dayanan bir bıçağı hissettiğim gibi hissedebiliyorum. Bilmiyorum belki Sylvia Plath okumalıyım. Akli dengemi kaybetmemiş olsam da Plath, kalbime akademik, ciddi tartışmalardan daha iyi gelebilir. Herkes Judy’i okumam gerektiğini, bir kaç kitabını okursam yeni gelişmekte olan geleceğin akademisyenleriyle aynı yolda ilerleyebileceğimi ve aynı generasyona ait yazılar yazabileceğimi söylüyor. Ben 13-14 yaşlarındayken herkes, Christiane F’in Eroin’ini okumamam gerektiğini de söylemişti. Çünkü herkes benim mutlu olduğuna inananarak büyümem gerektiğini düşünürdü. Bahçede çalışmam için yazları beni portakal bahçelerine gönderirlerdi, doğanın gücünü hissedeyim diye dünyanın en yüksek atlarına bindirip uçsuz bucaksız çayırların üzerinde gözden kaybolmamı beklerlerdi. Bu gibi şeyler. Ama ben portakal bahçelerinin kenarından sıvışıp kaçarken bacağımı kırdım, ya da dünyanın en yüksek Rus atının üzerinden sersemliğim yüzünden tepe taklak aşağı uçtum. Hayatımın üzücü bir bölümü doktor kontrolünde ve artık her şeklini her türünü ezbere bildiğim hemşire kısmısının elinde geçti. Depresyon cehenneminin kapısında nöbet tutan cerberuslar. Hastanelerle metal müzik konserleri, hemşirelerle de punkçılar arasında özel bir bağ olduğunu düşünüyorum. Ölmeden önce gidebileceğimiz en son yer oldukları için belki. İkisi de bana metal ve punk’ın kökeninde ki soğuk, kasvetli ve üzücü bir kuzey havasını hatırlattığı için belki de, ve kendilerini ısıtmak için dövüşen, kılıçlar, zırhlar döven, hayvanlar gibi bağırıp çağıran, ne dedikleri anlaşılmayan, kan akıtan İskandinav ve Britanya atalarını; vikingler, keltler, galliler, saksonlar… Lilja 4-ever’ın başında çalan Rammstein’ın şarkısı ve bir fabrikanın bacasından soğuk, İsveç göğüde doğru yükselen dumanın içinde uçan bir martı demek istediğimi daha iyi görselleştirebilir belki. Sylvia Plat’ın hemşireleri beyaz martılara benzetmiş olmasını da eklersek… Chiristiane F. de onlardan biriydi. Detlef’de, Axel’de. Doktorlar ve hemşirelerin eksiksiz tehdidi altında yaşayan deney fareleri. Soluk benizli, açlıktan sıskalaşmış, dağınık, süssüz ve kirli: işte karşınızda 80’lerin eroin modası, belki de 90’ların ve günümüzün podyumda sergilenmiş eroin cazibesi. Podyumdan indiklerinde enerjileri tükenen mankenlerin de ikinci durakları devamlı hastanelerdir. Onlar da moda doktorlarının deney fareleridir. Gia Carangi bu üretimin ilk yıllarında modelliğe başlamıştı ve ilk kurbanlardan biriydi. Bedenini uyuşturduğunda fotoğrafçılar onu daha iyi şekillerdirirlerdi. Gözleri modelistlerin vaat ettiği en uzak pırıltılı düşlerin bile ötesindeydi. Bir eroin tanrıçasıydı. Olimpos hiç o günkü kadar buğulanmamıştı. Ve doksanlı yıllar geldiğinde uyuşturucu podyumda satılıyordu. Kate Moss’un üzerine oturmamış naylon çoraplar ve saçları kirli ip gibi bir şekilde verdiği pozlar harap olmuş bir gençliğin silüetiydi. İnandırıcıydı. Kate Moss’un 90’ların kült ismi olmasını nedeni onun üzücü ve sorunlu görünümüydü. Her an poz verdiği apartmanın balkonundan atlayacak gibi duruyordu. Bacakları aklı gibi hafif çarpılmıştı. Ve üretilmeye çalışılan kirli şıklığın ikonu haline gelmişti. Daha sonraları yayınladığı günlüğünde de yazdığı gibi aslında uyuşturucu bağımlısıydı. 14 yaşında bir otel odasında alkol komasına girmişti ve kendisine yardım etmesi için Atlantiğin öte yakasında oturan annesini bile arayamamıştı. Kate Moss’a ihtiyacımız vardı. Onun acı çektiğini gördükçe kendi günahlarımızı çıkartacağımız bir rahibe bulmuş gibi mutlu olmuştuk. Biz acı çekmeyelim diye onun günah keçisi gibi acı çekmesini izlemiştik. O, moda doktorlarının genler için yarattığı süper bir karma aşıydı; gözlerimizde ki asi deliliğin, kimsenin bizi anlamamasıyla girdiğimizin depresyonun, vücudumuzda ki yeni ergenliğe girmiş değişimlerin iğrençliğini silip bütün kusurlarımızı güzelleştirmişti. Korkudan donup kalmış gözler, can sıkıntısından hafif kamburlaşmış bir beden, mutsuz görünen, hiç gülümsemeyen, gözlerinin etrafını simsiyah boyayıp boş boş etrafa bakan, içinde çaresizliği barındıran yıkanmamış bebekler: modaya uygun sanat eserleri. Ve biz 90’larda Seattle’a doğru ibadet ederdik. Nirvana, Pearl Jam, Soundgarden’la enerjimizi bazı anlayışsızların dediği gibi yanlış yönlendirir, bir anlamsızlık ve tutarsızlık içinde Ortaköy’de ki Flatline’ın yerlerinde sürünür, bize 18 yaşımızdan önce içki sağlamaktan başka hiçbir işe yaramayan barmenlere bir melekle karşılaşmışcasına saygı ve tapınmayla bakardık. Öksüz bir çocuğu andırırdık belki, her türlü zarara açıktık. Ama kimbilir belki aptal olmadığımız için, belki de 90’larda moda çok çabuk değiştiği ya da modaya hakim olanlar uyuşturucudan öldükleri için, intihar ettikleri için biz direk tehlikeye girip ortadan kaybolmadık. Kurt Cobain ölüp kısa bir Hole devri başladığında bile kendimizi o kadar kaptırmadık. Zaman kendimizi birbirimize bakarak ifade etme zamanıydı. Artık moda posterleri ve mankenlerle ilgilenmiyorduk. Bir anda beş tane yeni manken ismi sayamam mesela. Oysaki eskiden 20 tane sayabilirdim: Kate, Amber, Trish, Kristy, Christy, Milla, Helena, etc. Grunge bitmişti ve Family Values dönemi açılmıştı. Ama bu dönem de Limp Bizkit My Generation’ı çıkartıp adını koyana kadar sürdü. Belki sonra miğdemiz bulandı bilmiyorum ama Family Values grupları da artık fazla anlamsız gelmişti. Geldi daha doğrusu. Çünkü uzun zaman önce olmadı Fred Durst’ün taklitlerinin ortadan kalkması. Şimdi ne oldu bilmiyorum. Ama Kate Moss tekrar karşımızda. Bir bebek doğurmuş ve biraz kilo almış ve yardıma muhtaç çocuk görüntüsünden de kurtulmuş. O bile striptiz yapan bir kötü kıza dönüşebiliyorsa şu saat başı beni odamda kontrole gelen bembeyaz hemşirenin de hala bir şansı var. Üzerine kırmızı, mini bir elbise geçirip Flatline türevi bir bara gidebilir. Bir hemşire olup soğuk ve kasvetli bir hastane içinde yaşamaktansa bir şıllık olup hayatında sadece ölmeden önce son kez bir hastaneye girebilir. Bu benim nacizane görüşüm. Ona asla söyleyemem. Hatta daha ileri gidip üniversitede sosyal bilimler okuyup anti-sosyal hayatımı ünlüleri ve sorunlu insanları düşünüp daha da karartmış olmaktansa tıp okuyup sorunları düzeltmeye çalışmaya ve falan filanla değerlendirmem gerektiğini de söyleyebilirim. Bilmiyorum, belki Küçük Prens’i okumalıyım. Belki tekrar portakal bahçelerinde çalışmaya gitmeliyim. Belki başka bir Rus atına binip bu sefer düşmemeliyim. Ama bunları tekrar yapsam başarılı olurmuyum bilmiyorum. Christiane F.’in Eroin’ini bir kere okuduktan sonra devamlı yanlış yollara sapıp hastanelere düşmekten kurtulabileceğimi sanmıyorum. Kitap artık tükenmiş ve belki sadece sahaflarda satılıyor olsa bile Christiane’ın, Detlef’in, Axel’in, Babsi’nin ve Livia’nın hayaletleri hala içimse dolaşıyor ve “Huuuu” diye bağırıyorlar. Bir gün Berlin’e gitmek istiyorum. Bahnhof metro istasyonuna inmek istiyorum, 20 Alman markına kızların satıldığı Babystrich’de dolaşmak istiyorum, Genthinterstrabe’de ki diskotekler hala açık mı diye bakmak istiyorum, gençlerin takıldığı Haus der Mitte’yi görmek istiyorum. Belki o zaman kitabı içime gömebilirim. O zaman hayaletlerin seslerini dindirebilir ve hastanelerden uzak kalabilirim. Jüri benim için kararını henüz bildirmedi, bütün tanıklar henüz dinlenmedi. Avukatımın hala bir itiraz hakkı duruyor. Hala vaktim var.