Pazartesi günü hastanede bir yatakta yatmış, Judith Butler’ın Gender Touble adlı kitabını okuyorum. Uluslararası bir öğrenci topluluğunu peşinden sürükleyen 90’ların alt. kültürünün akademik super-star’ı Judy, bir anda feminist bilincimi uyandırıp bende geri dönülmesi imkansız derinlikte fikirler uyandırıyor. Öyleki ancak ağaçların çıplak kökleri ve yeni yıkanmış toprakla iletişim kurabileceğimi hissediyorum. O kadar derine yani. Ve vücudumun derinlerinde bir yerde açılmış bir yara enfeksiyon kapıp kalbimi zehirliyor. Serumlar ve ağrı kesiciler içinde bir hastane deliğinde yatarken otlar ve köklerle ilgili hayaller kurmak bana iyi geliyor mu bilmiyorum ama arada bir odaya girip nasıl olduğuma bakan genç hemşireye iyi geleceği kesin. Yeni yağmış kar kadar bembeyaz çünkü o. 90% saf sabunlar kadar duru ve buğulu. Nereden geldiğini ve nasıl bir hayat sürdüğünü merak ediyorum; ne kadar korunduğunu ve kaderi cam bir fanusun ardına konup saklanmakken nasıl da evinden kaçıp tüm bu iltihap, kan ve ceset dünyasına dalıverdiğini. Sanki bu bembeyaz kadın aslında esrarengiz, cüretkar ve tehlikeli bir duygunun peşinden koşuyor. Sanki sadece cennetten atılmış meleklerin görebildiği bir manzara var gözlerinin önünde, tüm bu yaralı ve iltihaplı bedenlerin içinden fışkıran, lav gibi cazibe püskürten, tepesinde kara bulutlar dolaşan lanetli bir dağ manzarası. Bu yüzden onunla iyi geçinmeye çalışıyorum. Diğer kumral hemşireye yaptığım gibi serumumu değiştirmeye çalıştığında gereksiz yere mızmızlanmıyorum, televizyonun kumandasını ulaşamayacağım bir yerde unutup yanımdan ayrıldığında içimden deliler gibi küfretmiyorum. Çünkü biliyorum, onda anladığım ve saygı duyduğum bir dalgınlık hali var. Bir tırtılın kelebeğe dönüşmeden önce ki o, kozanın içinden yeni çıkmış, ama henüz dışarıya alışamamış, arada kalmış, kayıtsız hali. Kana bulanmış eldivenlerini çıkartan, cerrahın ameliyat ışıkları altında terleyen alnını ufacık bir mendillen silen, aklı havada bir kadının, kendi ölümünü düşünüp, ona asılan erkekler ve aşağılayan başhemşire ile diğer sorunlar arasında sıkışıp kalmaktansa bambaşka, hayal bir dünyaya dalıp tek göğüslü bir amazon gibi atının üzerinde dövüşüyor. Çünkü arada bir gözlerinde bir anlık tehlike parıltısını görebiliyorum. Geçen gün Barış, elindeki çiçekleri, sonuna kadar suyla doldurduğu vazoya bir anda sokuşturduğu için dışarı taşan ve yatağın yanındaki masayı ıslatan suyu gördüğünde tüm beyazlığı ve kayıtsızlığıyla mendil kutusundan bir mendil çekti ve masayı kuruladı. Ama dalgın gözlerinde TEHLİKE – TEHLİKE yazısını okuyabiliyordum. Çünkü o anda eminim ki hayallerinde eline bir bıçak almış bıkmadan usanmadan sokup çıkartıyordur Barış’ın kalbine. Tek bir flaş çakıyor gözlerinin dümdüz, sakin mavisinde, saniyelik bir Tsunami kopuyor ve o saniye içinde kadının aklından neler geçtiğini gırtlağıma dayanan bir bıçağı hissettiğim gibi hissedebiliyorum.Bilmiyorum belki Sylvia Plath okumalıyım. Akli dengemi kaybetmemiş olsam da Plath, kalbime akademik, ciddi tartışmalardan daha iyi gelebilir. Herkes Judy’i okumam gerektiğini, bir kaç kitabını okursam yeni gelişmekte olan geleceğin akademisyenleriyle aynı yolda ilerleyebileceğimi ve aynı generasyona ait yazılar yazabileceğimi söylüyor. Ben 13-14 yaşlarındayken herkes, Christiane F’in Eroin’ini okumamam gerektiğini de söylemişti. Çünkü herkes benim mutlu olduğuna inananarak büyümem gerektiğini düşünürdü. Bahçede çalışmam için yazları beni portakal bahçelerine gönderirlerdi, doğanın gücünü hissedeyim diye dünyanın en yüksek atlarına bindirip uçsuz bucaksız çayırların üzerinde gözden kaybolmamı beklerlerdi. Bu gibi şeyler. Ama ben portakal bahçelerinin kenarından sıvışıp kaçarken bacağımı kırdım, ya da dünyanın en yüksek Rus atının üzerinden sersemliğim yüzünden tepe taklak aşağı uçtum. Hayatımın üzücü bir bölümü doktor kontrolünde ve artık her şeklini her türünü ezbere bildiğim hemşire kısmısının elinde geçti. Depresyon cehenneminin kapısında nöbet tutan cerberuslar. Hastanelerle metal müzik konserleri, hemşirelerle de punkçılar arasında özel bir bağ olduğunu düşünüyorum. Ölmeden önce gidebileceğimiz en son yer oldukları için belki. İkisi de bana metal ve punk’ın kökeninde ki soğuk, kasvetli ve üzücü bir kuzey havasını hatırlattığı için belki de, ve kendilerini ısıtmak için dövüşen, kılıçlar, zırhlar döven, hayvanlar gibi bağırıp çağıran, ne dedikleri anlaşılmayan, kan akıtan İskandinav ve Britanya atalarını; vikingler, keltler, galliler, saksonlar… Lilja 4-ever’ın başında çalan Rammstein’ın şarkısı ve bir fabrikanın bacasından soğuk, İsveç göğüde doğru yükselen dumanın içinde uçan bir martı demek istediğimi daha iyi görselleştirebilir belki. Sylvia Plat’ın hemşireleri beyaz martılara benzetmiş olmasını da eklersek…Chiristiane F. de onlardan biriydi. Detlef’de, Axel’de. Doktorlar ve hemşirelerin eksiksiz tehdidi altında yaşayan deney fareleri. Soluk benizli, açlıktan sıskalaşmış, dağınık, süssüz ve kirli: işte karşınızda 80’lerin eroin modası, belki de 90’ların ve günümüzün podyumda sergilenmiş eroin cazibesi. Podyumdan indiklerinde enerjileri tükenen mankenlerin de ikinci durakları devamlı hastanelerdir. Onlar da moda doktorlarının deney fareleridir. Gia Carangi bu üretimin ilk yıllarında modelliğe başlamıştı ve ilk kurbanlardan biriydi. Bedenini uyuşturduğunda fotoğrafçılar onu daha iyi şekillerdirirlerdi. Gözleri modelistlerin vaat ettiği en uzak pırıltılı düşlerin bile ötesindeydi. Bir eroin tanrıçasıydı. Olimpos hiç o günkü kadar buğulanmamıştı. Ve doksanlı yıllar geldiğinde uyuşturucu podyumda satılıyordu. Kate Moss’un üzerine oturmamış naylon çoraplar ve saçları kirli ip gibi bir şekilde verdiği pozlar harap olmuş bir gençliğin silüetiydi. İnandırıcıydı. Kate Moss’un 90’ların kült ismi olmasını nedeni onun üzücü ve sorunlu görünümüydü. Her an poz verdiği apartmanın balkonundan atlayacak gibi duruyordu. Bacakları aklı gibi hafif çarpılmıştı. Ve üretilmeye çalışılan kirli şıklığın ikonu haline gelmişti. Daha sonraları yayınladığı günlüğünde de yazdığı gibi aslında uyuşturucu bağımlısıydı. 14 yaşında bir otel odasında alkol komasına girmişti ve kendisine yardım etmesi için Atlantiğin öte yakasında oturan annesini bile arayamamıştı. Kate Moss’a ihtiyacımız vardı. Onun acı çektiğini gördükçe kendi günahlarımızı çıkartacağımız bir rahibe bulmuş gibi mutlu olmuştuk. Biz acı çekmeyelim diye onun günah keçisi gibi acı çekmesini izlemiştik. O, moda doktorlarının genler için yarattığı süper bir karma aşıydı; gözlerimizde ki asi deliliğin, kimsenin bizi anlamamasıyla girdiğimizin depresyonun, vücudumuzda ki yeni ergenliğe girmiş değişimlerin iğrençliğini silip bütün kusurlarımızı güzelleştirmişti. Korkudan donup kalmış gözler, can sıkıntısından hafif kamburlaşmış bir beden, mutsuz görünen, hiç gülümsemeyen, gözlerinin etrafını simsiyah boyayıp boş boş etrafa bakan, içinde çaresizliği barındıran yıkanmamış bebekler: modaya uygun sanat eserleri. Ve biz 90’larda Seattle’a doğru ibadet ederdik. Nirvana, Pearl Jam, Soundgarden’la enerjimizi bazı anlayışsızların dediği gibi yanlış yönlendirir, bir anlamsızlık ve tutarsızlık içinde Ortaköy’de ki Flatline’ın yerlerinde sürünür, bize 18 yaşımızdan önce içki sağlamaktan başka hiçbir işe yaramayan barmenlere bir melekle karşılaşmışcasına saygı ve tapınmayla bakardık. Öksüz bir çocuğu andırırdık belki, her türlü zarara açıktık. Ama kimbilir belki aptal olmadığımız için, belki de 90’larda moda çok çabuk değiştiği ya da modaya hakim olanlar uyuşturucudan öldükleri için, intihar ettikleri için biz direk tehlikeye girip ortadan kaybolmadık. Kurt Cobain ölüp kısa bir Hole devri başladığında bile kendimizi o kadar kaptırmadık. Zaman kendimizi birbirimize bakarak ifade etme zamanıydı. Artık moda posterleri ve mankenlerle ilgilenmiyorduk. Bir anda beş tane yeni manken ismi sayamam mesela. Oysaki eskiden 20 tane sayabilirdim: Kate, Amber, Trish, Kristy, Christy, Milla, Helena, etc. Grunge bitmişti ve Family Values dönemi açılmıştı. Ama bu dönem de Limp Bizkit My Generation’ı çıkartıp adını koyana kadar sürdü. Belki sonra miğdemiz bulandı bilmiyorum ama Family Values grupları da artık fazla anlamsız gelmişti. Geldi daha doğrusu. Çünkü uzun zaman önce olmadı Fred Durst’ün taklitlerinin ortadan kalkması. Şimdi ne oldu bilmiyorum. Ama Kate Moss tekrar karşımızda. Bir bebek doğurmuş ve biraz kilo almış ve yardıma muhtaç çocuk görüntüsünden de kurtulmuş. O bile striptiz yapan bir kötü kıza dönüşebiliyorsa şu saat başı beni odamda kontrole gelen bembeyaz hemşirenin de hala bir şansı var. Üzerine kırmızı, mini bir elbise geçirip Flatline türevi bir bara gidebilir. Bir hemşire olup soğuk ve kasvetli bir hastane içinde yaşamaktansa bir şıllık olup hayatında sadece ölmeden önce son kez bir hastaneye girebilir. Bu benim nacizane görüşüm. Ona asla söyleyemem. Hatta daha ileri gidip üniversitede sosyal bilimler okuyup anti-sosyal hayatımı ünlüleri ve sorunlu insanları düşünüp daha da karartmış olmaktansa tıp okuyup sorunları düzeltmeye çalışmaya ve falan filanla değerlendirmem gerektiğini de söyleyebilirim. Bilmiyorum, belki Küçük Prens’i okumalıyım. Belki tekrar portakal bahçelerinde çalışmaya gitmeliyim. Belki başka bir Rus atına binip bu sefer düşmemeliyim. Ama bunları tekrar yapsam başarılı olurmuyum bilmiyorum. Christiane F.’in Eroin’ini bir kere okuduktan sonra devamlı yanlış yollara sapıp hastanelere düşmekten kurtulabileceğimi sanmıyorum. Kitap artık tükenmiş ve belki sadece sahaflarda satılıyor olsa bile Christiane’ın, Detlef’in, Axel’in, Babsi’nin ve Livia’nın hayaletleri hala içimse dolaşıyor ve “Huuuu” diye bağırıyorlar. Bir gün Berlin’e gitmek istiyorum. Bahnhof metro istasyonuna inmek istiyorum, 20 Alman markına kızların satıldığı Babystrich’de dolaşmak istiyorum, Genthinterstrabe’de ki diskotekler hala açık mı diye bakmak istiyorum, gençlerin takıldığı Haus der Mitte’yi görmek istiyorum. Belki o zaman kitabı içime gömebilirim. O zaman hayaletlerin seslerini dindirebilir ve hastanelerden uzak kalabilirim. Jüri benim için kararını henüz bildirmedi, bütün tanıklar henüz dinlenmedi. Avukatımın hala bir itiraz hakkı duruyor. Hala vaktim var.