“İspanya farklıdır” böyle başlıyor İspanyollar ülkelerini tüm dünyaya tanıtmaya. Evet, İspanya farklıdır diğer Avrupa ülkelerinden. Bazıları bu farklılığı, İspanya’nın modern avrupanın köylüsü ve dağlısı olmasına bağlasalar da gerçekte bunun ötesinde bir farklılık gözümüze çarpıyor.

Eğer modern bir şehrin merkezinde yaşayan insanlar ayda en az birkaç kez olmak üzere gelenekselleştirdikleri kutlamaları, fiestaları, kravat, fötr şapka ve smokinle değil de şallı, fırfır etekli, saçı belikli ve güllü, kırmızı ve siyah işlemeli elbiseli kızlarla ve bereli, yelekli, şalvarlı, mataralı ve çarıklı erkekleriyle yapıyorlarsa buna, geleneği modern hayatın günlüğüne serpiştirebilen ve tarihiyle bağını sıcak tutabilen bir toplum olarak bakmak sanırım daha makul olur.

Öğle sıcağında kepenkleri kapatıp bir şekerleme uykusu, siesta, yapmadan tekrar işine başlamaz bir İspanyol esnafı. O sokaklar terkedilmiş bir şehri andırır. Fabrikasına güneş doğmadan gider, ikindiden önce işini bitirir. Yatsıya kadar ise gezmeden eğlenmeye, spordan ziyaretlere varana kadar yapacak önemli işleri vardır. Hele akşam üzeri gezintisini hiç ihmal etmez bir İspanyol ailesi. Hava yağmurlu, kundakta bebeği olsa dahi çıkıp dolaşabileceği bir yaya yolu veya park mutlaka bulur. Eğer aceleniz varsa sakın bir İspanyol’la sohbete başlamayın, o noktalamadıkça siz zor kurtulursunuz.

Biraz güneye uzanalım; İspanya’yı gerçekten farklı kılan mekanlara, gitarın duyguları kıpırdatan ahenkli sesine, güneyin zarif ve nazlı esmer güzelinin kıvrak dansı, kalın ökçesi ve zilleriyle göz kırptığı, flamenkonun taht kurup özgünleştiği topraklara; eyalet bayrağındaki beyaz-yeşil rengiyle yarımadaya barış ve zenginlik getiren “Müslüman İspanya” nın anayurduna; bir zamanların kültür ve medeniyet zirvesi Endülüs’ e, yani “Al-Andalus” a…

Şaire “Gırnata ah Gırnata” dedirten sebep, taa Türkiye’de yüreklerimizi kıpırdatarak bizleri buraya çekmişti. Bir zamanlar burada 800 yıl devlet olarak bulunup medeniyette öncülük etmelerine ve adaletle hükmetmelerine rağmen kaçınılmaz yok oluşu yaşayan Müslüman İspanya’yı yani Endülüs’ü sormamak, araştırmamak, hissetmemek mümkün mü. Hele Madrid’ in kurucularının Müslümanlar olduğunu öğrenmek daha ilk ayak basışımızda Endülüs’ü ilgi odağımız haline getirdi. El-Hamra sarayını bin bir gece masallarına dönüştüren, medeniyetin beşiği Kurtuba’yı efsane başkent yapan, sadece kelimelerin esrarlı sırayla bizlere sunulması olmasa gerek. Acaba “Müslüman İspanya” dan kalanlar, resmi tarih kitaplarında elli sayfa ile geçiştirilenler olabilirimiydi. Osmanlı altı yüz yıllık ömrünü meşrikten mağribe kadar fetihle doldurmuştu. Endülüs sekiz yüz yıllık mazisinde şu zavallı insanlığa neler sunmuştu. Kütüphanelerdeki el yazmalarının dışında günümüze kadar canlı kalabilen neler vardı. Tarık bin Ziyad’ ın fetih yolunu izlesek, Endülüs’ün gözde başkentlerine gitsek zerafetin, ihtişamın, medeniyetin ve ilmin günümüze kalabilen parıltılarını bulabilir miyiz…

Sabahın ilk ışıkları meraklı gözlerimizi doldururken bu soruların verdiği heyecanla yaklaşık bin yıl önce küçük bir köy olan Madrid’ ten o zamanların kültür, ticaret ve sanayi merkezi Kurtuba’ya doğru yola koyuluyoruz. Endülüs Otobanı “Carretera Andalucia ” üzerindeyiz… Tarık bin Ziyad ve Musa bin Nusayr’ın at sırtında bir bir aştıkları şu tepeler, yaylalar ve düzlükler teker teker gerilerde kalıyor… Şu solumuzda duran kale kimlerden kalmaydı, kılıç şakırtıları ve tekbir sesleri hala surlarda yankılanıyor mu, yoksa Engizisyonun mahkum ettiği bir müslümanın iniltisi mi zindanı çınlatıyor. Yamaçta İslam tarzı mimariye sahip olan kilise daha önce bir camimiydi. Hemen yanındaki dört köşe ve zarif kemerli çan kulesi daha önce mağrip tarzı bir minaremiydi. Çanlarını sustursak, gür sesli İspanyol müezzinin ezan sesinin yankısını yüzyılların ötesinden hissedebilir miyiz. Sağımızda kilometrelerce uzanan ve beş yüz yıl boyunca Müslümanları cömertçe besleyen zeytin ağaçlarına seslensek, bize çalışkan ve becerikli Endülüs insanını anlatır mı…

Castilla La Mancha sınırından ayrılıp Andalucia eyaleti sınırına girerken solumuzda kalan Don Kişot heykeli bizlere Cervantes’in Osmanlıya esir düşmesiyle başlayan serüvenini hatırlatıyor. Bu arada Metin, FM bandından Endülüs bölge radyolarını taramaya başladı bile… Bulduğu bir radyoyu dinlemeye koyuluyoruz. Madrid’ teki aksan ile buradaki değişiyor. Kelime sonundaki bazı harflerin söylenmemesi hızlı konuşma kolaylığı sağlıyor. .. Abdurrahman Yahya Kemal’den Endülüs’te Raks’ı okuyor Ahmet e :

Zil, şal ve gül, bu bahçede raksın bütün hızı
Şevk akşamında Endülüs tam üç defa kırmızı
Uzun bir yolculuktan sonra, nihayet, geniş bir düzlükte uzanan Kurtuba’ dayız. Binalar yüksek değil. Başımızı yukarı kaldırmadan gökyüzünü görebiliyoruz. Tepeden dik dik bakan ezici ve hükmedici gökdelenlerin olmaması ne kadar güzel. Şehrin ortasından aynı zamanda merkezinden Quadalquivir isimli nehir geçiyor. Asıl ismi “Vadi el-Kebir”. Gerçekten de çok geniş bir yatağa sahip. Kurtuba’ yı sulayan, zenginleştiren ve güzelleştiren bir nehir. Endülüs’ ün gözde başkenti demiştik. Tarihi biraz karıştırıp çıkan rakamları günümüzle karşılaştırdığımız da ne yazık ki şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz.

10.yy sultanlık yapan III. Abdurrahman zamanında İspanya’nın başkenti Kurtuba’nın nüfusunun 500 bin civarında ve şehrin Vadi el-Kebir boyunca 5 kilometre uzandığı belirtiliyor. Ibni Rüşd’ün kadılık yaptığı, Ibni Hazm’ın bir ara vezirlik yaptığı ve kütüphaneleriyle ünlü şehir Kurtuba. Bir kütüphanesinde 600 bin eserin bulunduğu edebiyat ve ilim alanında zirve bir şehir. 21 banliyö, 500 camii, 70 halk kütüphanesi, 300 hamam, 13 bin dokumacı, senede 60 bin kitabın yazıldığı ve kilometrelerce uzunluğundaki kaldırımlı ve ışıklı yollarıyla Avrupa’nın en büyük metropolü. Zamanında onun altında Konstantinepol (Istanbul) ve Bağdat vardır…