SOKAĞIMI İSTERİM!
Biz, hüznü, hüzünlenmeyi seven bir topluluğuz. Hayatın tadını, hüznün duygusunda buluruz. Hüznü, canlılığın geçici yitirilişiyle eş tutarız. Bu yüzden de sonbahar ile içselleştiririz dilimiz de.Hüzün kimliğimizi olmazsa olmaz parçası haline getirmişizdir. Bizim kültürümüz hüzün ile yoğrulmuş, onun içinde mayalanmıştır. Hüznü, şarkılarımızda, türkülerimizde, şiirlerimizin içinde çokça görürüz. Hele şiirlerimize en çok yakışan hüzündür. Bizi anlamak, hüznümüzü anlamaktan geçiyor.Günümüzde, şehirde yaşayan insanları sarmalayan yaşama biçimi, yalın ve içtenlikli değildir. İnsanı her anlamda hayatın ona yüklediği sorumluluklarla boğuşturan sistem içerisinde duygusallaşır ve kendini bir şekilde ifade etmeye başlar. Hüzün, şehrin, şehirde yaşayanların ayrılmaz bir parçası haline gelir, her an farkına varmasak bile…Bazen bir sokaktan geçerken, iç geçiririz, o anda hüzün kaplar benliğimizi.Ben bir sokakta büyüdüm; bir anlamda sokak çocuğuyum. Sokağın ne demek olduğunu görmüşlüğüm, yaşamışlığım vardır. Şimdilerde adreslerde yazan, sokaklardan bahsetmiyorum. Şimdiler de sokaklar sessiz, sokaktan başka her şeye benziyor. Oturduğunuz yerlerdeki sokaklara bir bakın, eski sokakları da hatırlayın, biz onun farkına varmadan, bizi terk etmiş olduğunu göreceksiniz.Bilmem, bizleri terk etmeyen sokaklar hâlâ var mıdır? Belki Anadolu’nun bir şehrinde veya bir kasabasında o ruh hâlâ yaşıyor olabilir. Büyükşehirlerde, sokakların ruhlarından söz etmek neredeyse imkânsız. Buralarda kimsenin sokağı yok, herkes bir yerlerde oturuyor. Pencerelerimizi açıp, ‘merhaba’ dediğimiz, sokağımız yok artık. Sadece kiraladığımız veya sahibi olduğumuz sokağın iki tarafında dizilmiş evlerimiz var. Evlerimizin kapıları sıkıca kilitlenmiş, pencerelerimiz kapatılarak, perdelerle sıkıca örtülmüş, o yerler artık sokakta değil, sanki başka yererde.Eskiden sokaklarımızın görünmenin görünmezliği mahremiyeti vardı. Eskiden sokaklarımız iki ucundan tül perde ile kapatılmıştı. Sokağın ruhu, mahremiyeti tülün ardında saklıydı. Şimdi ise mahremiyet yok, saklanmak var. Şimdi birbirimizden, hatta kendimizi kendimizden saklıyoruz.Eskiden evimize girer gibi sokağımıza girerdik. Sokağımızın iki tarafında bulunan evimiz, sokağımızda oturur, bizde sokağımızda oturan evimizde otururduk. Eskiden sokağımızdaki, bakkalın, caminin, hamamın, kahvehanenin hatta ıhlamur ağacının bir bilinci, benliği vardı.Sokağımızdaki evler, evleri tanır, birbirlerine gülümser; her evin bir hülyası vardı. Sokağımızdaki evlerin kimisine bol güneş doğar, kimisinin etrafında rüzgar eserdi. Rüzgarın esintisini ve güneşin aydınlığını paylaşmak için kapılar pencereler ardına kadar açılırdı. Çocuklar sokağımızda cıvıldayarak sağa-sola koşuştururlardı. Kadınlar kapı eşiğinde nakış dokuyup, dedikodularını yaparak, bir yandan da koşuşturan çocukları saklı gözlerle dikkatli izlerlerdi. Sesler seslere karışıp pencereler dolup taşardı. Sokakta acı nidaları yükselince herkes etrafa koşuştururdu. Ezan sesinin nameleri camii doldurur, rüzgarın hafif esintisi ıhlamur ağacının nezih kokusunu sokağımıza taşır; hatıralarımızı canlandırır, içimizdeki sevinçleri kabartıp adeta aşk’ın kokusuyla sokağımızı doldururdu. Bakkal efendi sokağımızın hem bekçisi hem de sicil memuru gibi her olaydan haberdardı. Akşamları kahvehanenin sesi yükselir, aşıkların fısıltıları görmezden gelinirdi. Âhda vefa kabilinde sokağımız bizim sığınağımızdı. Eskiden bir sokağı değiştirmek, ülke değiştirmek gibi zor ve dokunaklıydı.Şimdi ise öyle mi? Evlerimiz sokakta yerini almış, ama birbirleriyle küs, kapıları kapalı, pencereleri örtülmüş, sokağa bakmaz olduğundan, sokaklarda aldı başını gittiler, ama evler yerlerinde yapa yalnız duruyorlar.Çocukluğumun hülyasının sokağını bulmak için düştüm yola…Ben sokağımı isterim!Sevgi ve saygı ile kalınızParpali08