Bir gün kocaman bir torbayla girdi eve. İçi rengarenk yünlerle doluydu. “Mert ne yapacaksın bunca yünü? Yoksa son paramızı da buna mı harcadın?”“Kızım tek ben değil, ikimiz yapacağız. Yatırım bu yatırım. Çanta işleyip satacağız. Annem Antalya’da yapıyor. Deli gibi satıyor. ““Sen nasıl örmeyi düşünüyorsun? Yine bütün saçma projelerde olduğu gibi bu da benim yorulmamla son bulacak değil mi? Ekmek almadın mı? Salça da alacaktın?”“Yaa ne ekmeği, ne salçası? Bütün parayı bunlara yatırdım. Bak şiş de var, tığ da, hangisi kolayına gelirse…”“Yaşasın, artık Felix gibi yaşayacağız, bütün gün bu yumaklarla oynarız, gece de çöp konteynırlarını kurcalar yiyecek buluruz.”“Saçmalama da işlemeye başla, bak ilk sattıklarımızın parasıyla pizza ısmarlayacağım sana.”“Siparişimiz birkaç gün gecikecek muhtemelen.”Bir haftaya yakın geceli gündüzlü çanta ördük. Yanlış hatırlamıyorsam yirmi yedi tane olmuştu. O yıllarda örgü çanta daha çok moda değildi, yani aslında iyi işti. Yaptıklarımıza da talep vardı. Ama biz satmayı bilemedik. “Pazarcı Mafyası” denilen bir müessese varmış. Bizi barındırmadılar. Haliyle battık. Pizza da yiyemedik. Elimizdeki çantaları da bütün arkadaşlara, birer ikişer hediye ettik. Yıllar oldu hala ara-sıra kullananlar var.Bir gün de elinde kocaman bir resim defteri, kalem traş, silgi, envai çeşit kurşun kalemle geldi. İlk tanıştığımız sıralarda kantinde karaladığım bir figür vardı. Aslında figür denir mi bilmiyorum. Sigarayı tutan sol elimi çizmiştim kağıda. Mert Efendi buruşturup attığım o kağıdı düzeltip, dosyasına yerleştirmişti. O gün benim çizimlerimin birer yetenek abidesi olduğuna kanaat getirmiş. Bu alışverişin nedeni de oymuş. Ben çizecek mişim, o da annesinin evin her yanına doldurduğu çerçeveleri boyayıp benim çizimlerimi yerleştirecekmiş. Sonra mı? Tabii ki satacağız…Birkaç gün sonra benim ezberimdeki birkaç çizgi dışında yeteneğimin olmadığını anlayan Mert bu berbat projesini savunmayı bırakıp kendini at yarışlarına vermişti. Sadece ekrandan takip ediyor, öğrenmeye çalışıyordu. Ben de birkaç haftalık alışkanlıkla elimde yünler Mert’e harıl harıl kazak örmeye uğraşıyordum. En azından bu ördüğüm işe yarayacaktı. Gerçi çok bilen Mert Bey boğazlı kazak için yakayı çok erken kestiğimi söylediğinde onu dinlememiştim. İyi ki dinlememişim. Yoksa yerleri temizlemek için bir de pas pas seti falan almak zorunda kalacaktık. Mert atları sıkı takip ediyor hatta isimlerini bile neredeyse ezbere biliyordu artık. Bana soruyordu “Sence bu yarışı kim alacak?” İsimlere şöyle bir göz gezdirip sallıyordum ben de “Hıımmmm…Karahanlı, yok yok, Safiye Sultan!” Mert sen ne anlarsın dercesine bir bakış fırlattıktan sonra “Ne Safiye Sultan mı? Hahah eşşek o be eşşek!…” Bizim eşşek sürpriz yaptı. Birinci geldi. Kimse beklemediği içinde bahislerde çok yüksek meblağlar dönmüş. Ama ben eşşekleri tutturmakta fena ustalaşmıştım. İmkansız denilen yarışları biliyordum. Kemal Sunal “Atla Gel Şaban” … Artık evin gündelik konusu bu olmaya başlamıştı. Hatta bulaşık yıkarken bile (ki o sıralar pek fazla yiyeceğimiz olmadığı için çok da az bulaşığımız olurdu, ki ne güzeldi) şiki şiki babaaa diye şarkılar söylüyordum. Mert artık paralı bahisler oynayabileceğimiz sonucuna varmıştı.İlk bahsimiz tam bir fiyaskoydu, İkincisi daha beter. Sonra şans oyunlarına kaldıysak bari piyango alalım en azından bütün gün TRT-3’e rating kazandırmayız diye bir karara vardık.Bu sırada faturalar birikiyor, ev sahibi her gün telefon açıp hal-hatır(?) soruyordu. Bakkalın çırağıyla da çok samimi olmuştuk. Hani “ustan yoksa bize bir ekmek, iki paket makarna, deftere yaz, ne ustan mı var? Yanlış numaraymış deyip usulca telefonu kapat ve bizi unut!”Gözüm sık sık Mert’in gitarına takılır olmuştu. Evde para edecek tek varlık oydu. Ama oda ekmek kapısıydı, yani iş bekliyordu. Bir gün biri Mert’e telefon açacak “Ağbi Bilmem Ne Bar müzisyen arıyor, koş” diyecekti. Günler olmuştu. O telefon gelmemişti. Ben gitarın satılmasıyla elimize geçecek paranın bize üç ay yeteceğini, o zamana kadar da yapacak bir şeyler bulacağımızı hesaplıyordum. Tabii bunlar gizli hesaplardı. Bilseydi Mert’in beni öldürmesi an meselesiydi. Elini kana buladığına değer miydi?Bir gün o telefon geldi. İnanamadık. İyi ki o gün geldi. Çünkü ertesi gün telefonumuz dışardan aramalara da kapalıydı artık. Mert telefonu kapattı ve “Muhteşem İkili” dizisi özentiliğimiz depreşti. Hemen bir “mutluluk dansı” patlattık. Ama Mert şarkı söylemeyeli aylar oluyordu. Biraz da Kral T.V. ‘nin ratingini yükselttik. At yarışı, hipodrom görüntüleri, bahisler…. Bu sesleri özleyeceğimi nereden bilebilirdim ki? Şimdi devir “arabesk- fantezi” idi. Bu ne demekse?“Aaa Gülben Ergen şarkı mı söylüyormuş? Ama niye abayı demiyor da habayı diyor?”“Öff be kızım,eleştirme de ezberlemeye bak.”“Allah Allah! Ben niye ezberliyor muşum? Ben çıkmam sahneye falan”“Tamam görünce söylerim. Salak arkada kim vokal yapacak bana?“Bana ne be? Eskiden ben mi vokal yapıyordum sana?”“Gerzek! Artık tek başına gitar çalan yakışıklı çocuk devri kapandı, geride vokal lazım, tabii ki bayan!”“Sensin gerzek! Ayrıca “Yakışıklı Çocuk” konusuna da sonra geleceğim. O zaman boy band kuralım, şöyle boy boy fena mı?”“Iyyy, espri de yaptı. Ya Cuma gecesi işe başlayacağız, bizim hatun hala İstiklal Marşından başka Türkçe şarkı bilmiyor. O kıytırık barda da millete Cranberries söylersin değil mi Dolares’im benim!”“Aman iyi be.. Şu faturalar ödensin başka bir şey istemiyorum. Yarın öbür gün elektriği de keserler.”“Yok onu ödedim ben”“Nasıl?”“Nasıl olsa ben banyo yapmıyorum, yemek de yapamadığımıza göre dedim doğal gazı ödemedim, elektriği ödedim, sen de banyo yapmaya Özlem’e gidiver. Üşürsekte battaniyenin altına gireriz. Ya da sevişiriz artık ne yapalım?”“Sen manyak mısın ya? Özlem’e giderken vereceğim yol paralarıyla hamam açılır be! Beyimiz televizyon keyfi bozulmasın diye banyo özgürlüğümüzü aldı.”“Off bi sus atrık yaa..Bak Cumartesi sabahı seni brunch’a götüreceğim”“Ya ne hayalperest adamsın! Simitçiye gidemiyoruz! Off of…”“Şarkı bitti senin dır dırın bitmedi ha!”Üç günde neler ezberlemedim ki? “Ben sana habayı yaktım, ceza mı yar ceza mı (evet), elvedaaa aşkıııım, güzel elbiseleri giyip kuşanacağım senin önünden geçip sana bakmayacağııımmm……” Beynimin içinde bitmeyen bir sokak düğünü, anlamsız bir kına gecesi başlamıştı. Sanki kulaklarımda; klavye çaldığını sanan bir dingil durmadan “şoppi şoppi, yandan, deneme bir-iki- üç, ses kontrol, se- se…” diyordu. Bir tane de kendimiz için bir şarkı hazırlamıştık. “Callifornia Dreams”……Beklenen Cuma geldi çattı. Ben gerçekten de banyo yapmaya Özlem’e gittim. Teyzesinin düğününde giydiği dekolte siyah elbiseyi de bana ödünç verdi. Mert’in de pantolonunu ütüledim ve eve geldim. Galiba ilk kazandığımız paraya ütü almayı düşünüyordum. Mert buz gibi suyla saçlarını yıkadı, terinin üzerine deodorantını sıktı ve yola koyulduk. Mert, siyah akustik ve ben. Dışardan imrenilesi bir çift gibi mi görünüyorduk acaba? Ya da hala gitar çalan erkeklerin karizmatik olduğunu sanan kızlarla dolu bir dünyada mı yaşıyorduk?Gece beklenenin ötesinde harikaydı. Ben ayak üstü bir sürü beste yapmıştım. Yani sözlerini hatırlamadığım şarkıları uydurmuştum. Ne dinlediğinin farkında(!) olan müthiş dinleyici kitlemiz bunun sahne şovunun bir parçası olduğunu düşünüp oldukça eğlenmişti. Severek hazırladığımız tek parçayı mırıldanmaya bile vaktimiz olmamıştı.Kızlar Mert’ın sarı saçına, yeşil gözlerine, erkekler benim dekolteme, bacaklarıma baktıkça programın sonlarına yaklaşmıştık. Nedense ikimizi birden aynı masaya davet eden olmamıştı. Ama biz sahnedeyken garsonun taşıdığı peçetelerde ikimize de ayrı ayrı davetler vardı. Birbirimizi kıskanma ve laf sokuşturma mikrofona yansıdığında anlamıştık ki, işle aşk asla birbirine karışmamalıydı. Eve gelene kadar yolda içtiğimiz yetmezmiş gibi, sekiz bira da eve almıştık.İçkili kafa tabii, hemen kavgaya başladım “Neydi o ön masada oturan kıza istek parçalar okumalar, dakikalarca teşekkür etmeler falan?”“Ya saçmalama bütün müşterilere aynı davrandım. Asıl senin maşallahın vardı!”“Allah Allah! Ne yapmışım ben?”“Daha ne yapacaksın! Neymiş efendim bu şarkı tüm yalnızlara gelsinmiş. Barda köşede oturan bacaklarından başka yere bakmayan üç dallamadan başka yalnız yoktu ki! Sana yolladıkları peçeteyi ben görmedim mi sanıyorsun? Yanındaki hanım evladını bırak gece bizimle gel! Ayıp be ayıp! Neyim ben?”“Mert saçmalama onu garson yazmış şaka olsun diye.””Aman ne şaka! Sen bilmezsin bu garson milletini. Şarkıcı kızlara sulanmaya bayılırlar! Şakaymış peh!…”“İyi ki bayan garson yokuş o zaman! Sanki seni bilmiyorum ben! Ben yatmaya gidiyorum”Kapıyı çarpıp odama gittim. Ardımdan geldi. Gitarın keysini açtı. İçinden susuzluktan büzülmüş bir gül çıkardı. Sarhoşluk var serde. Ağlayıp ağlayıp sarıldım Mert’e.Ertesi gün öğleden sonra dört gibi uyandık. Bu saatte brunc olmayacağına göre köşedeki kartlı telefon kulübesinden pizza sipariş ettik. Aslında pizzacı arka sokaktaydı. Ama o zaman eve getiren çocuğa nasıl bahşiş verecektik?Bu iş bir süre belimizi doğrulttu. Ama biz parasız günlerimizdeki kadar çok eğlenemiyorduk. Sık sık yorgun, sık sık sarhoştuk. Sık sık kavga eder olduk.Bir gün telefon geldi. Arayan Mert’in Antalya’dan komşusu Asiye Teyze’ydi. Annesinin hastalığı ilerlemişti. Mert apar topar Antalya’ya gitti. O zaman gözümüze doğru göründüğü için (neresi doğruysa?) ben gitmedim. İşe ve okula devam ettim. Birimizin çalışması gerekiyordu. Tek başıma kazandığım para ilaçları almamıza nasıl yeterdi? Yetmedi. Ağladı Murat, bende ağladım. Telefonla baş sağlığı dilenmiyor.Yüz yüze hiç dilenemez ya….Mert’i Antalya’ya uğurladığım gece aynı zamanda son görüşüm olmuştu. Zamanla kaybettim O’nu. Önce annesini, sonra telefonlarını, sonra da ortak arkadaşlarımızı…. Yıllar sonra Gökhan’ı gördüm yolda. Mert askerdeymiş. Çanakkale’de. Okuldan atıldığı için uzun dönem er olarak almışlar. Orada şoför olarak kalacakmış. Üstüne yıllar daha geçti. Ben Mert’i ara-sıra hatırladım. Başka haberini almadım. Hayatıma en az bin beş yüz hayat daha ekledim. Eminim O yine beni geçmiştir. En az iki bin hayat sığdırmıştır görüşmediğimiz onca yıla…..Biz bunları beş ayda yaşamıştık sadece…. “And the sky is grey………Callifornia dreams….”