Bir Pazar sabahına uyanmak… Yaşam sokaklardan evlere taşınmış. Hafta boyu görülmeyen bir hareketlilik var pencerelerin gerisinde. O evleri yaşayan, nefes alan yerlere dönüştüren sesler, görüntüler var.Çaydanlık fokurduyor. Bu sabah çok özel bir kahvaltı hazırlamalıyım. Kapısı kapalı odalarda ilk hayat belirtileri henüz belirmeye başlarken, sofra çoktan hazır olmalı onları karşılamaya. Gülümseyen bir sofra olmalı!.. Çay bardaklarından dumanlar tüten, sucuklu yumurtalarla dolu tabakların yanında çatalların özenle yerleştirildiği… Sanki tüm bu hazırlığın, sokakların bomboş olduğu bu Pazar sabahı, bütün bir ailenin şu masayı çevreleyip biraraya gelmesi için… ama dışarının çağrısını bir an olsun duymadan, sadece bu masayı ve çevresindekileri düşünerek, hepbirlikte, başbaşa, tatlı tatlı sohbet edebileceği bir kahvaltıyı gerçekleştirebilmesi için olduğunu anlatır bir biçimde gülümsemeli…Birkaç dakika içinde düşüncelerim biçimlenmeye, görünür hale dönüşmeye başlıyor. Evet… Tam olarak hayal ettiğim gibi bir sofra duruyor şimdi karşımda. Sesleniyorum: “Hadi tembeller, uyanın. Kahvaltı hazır!”Ne kadar özlemişim bu sözleri! En son ne zaman böyle seslenebildim onlara, hatırlamıyorum bile. Günlerden Pazar olması, hepbirlikte olmamıza yetecek kadar güçlü bir neden oluşturmuyor ne zamandır bu evde. Yıllar geçtikçe, nedenler de gereklilikler de farklılaşıyor. Çocukların bedenleriye birlikte ruhlarını da ele geçiriyor sanki yılların dönüştürücü gücü.Ben hep aynı şekilde seslenmeye devam etsem de, onlar aynı karşılığı vermiyorlar. Dışarıdaki seslere kulak veriyorlar daha çok. O seslerin sahiplerinin söyledikleri, kendi sözcükleriyle daha bir uyumlu sanki. Aynı dilin hüküm sürdüğü başka bir dünyanın sözcükleri…Benim anlamakta büyük güçlük çektiğim, çok başka bir dil bu. Ne zaman bu dilde konuşmaya çalışsam, hiç bilmediği bir yolda tanıdık küçücük birşey arayan ve O’nu tanıdık yollara ulaştıracak o şeyi birtürlü bulamayıp sonunda aramaktan vazgeçen, kaybolmuş birinin görüntüsü canlanıyor zihnimde.Daha dün o görüntü zihnimdeki bir resim olmaktan çıktı, ‘gerçek’ oldu. Küçücük bir odada yolumu kaybettim ben! Onca tanıdık eşya arasında hem de… O zaman anladım ki, gerçekten kaybolduğunda, tanıdık hiçbirşey kurtaramıyor seni. Çünkü onlar da yabancılaşıyor.En başta da canından çok sevdiğin insan, oğlun yabancı oluyor. Bilmediğin bir dilde O’nunla konuşmaya çalışırken sana öyle bir bakıyor ki, şaşalıyorsun. Karşındaki genç sana oyun yapmamanı, dürüst olmanı söylüyor bu bakışlarıyla. “Sen kimi kandırıyorsun?! Karşında çocuk yok senin. Beni istediğin yöne yönlendiremezsin!” diyor.Oysa henüz birkaç yıl önce, yine bu odada O’nunla konuşurken, ben her zamanki sözcüklerimle anlatabiliyordum söylemek istediklerimi. O zaman sözcüklerim, karşılamaya yetebiliyordu O’nun dünyasındaki herşeyi. Şimdiyse yepyeni duygular ve fikirler eklenmişti bu dünyaya. Sözcüklerim yetmiyordu artık. Şaşkındım!İşte bu haldeyken, O’na yaklaşmaya çalışmak gibi bir gaflete düştüm dün. Tamam, kabul ediyorum, O’nu anlamıyordum. Ama bu görmemi engellemiyordu bazı şeyleri. O’nun günlerdir bir kez olsun gülümsemediğini… Sofrada yapılan şakalara karşılık vermediğini… Tabağın her seferinde dolu kalan yarısını… görebiliyordum.İşte dün bu gördüklerimle ilgili konuşabilmek için tıklattım kapısını. Kapının aralığından içeriye, o tanıdık yere baktım. Ve oradaki bana gözleriyle gitmemi söyleyen… artık beni içeri çağıran, başını dizlerime koyup çıt çıkarmadan söylediklerimi dinleyen o çocuk olmadığını anlatan o tanıdık çehreye…”Peki, neden gülmüyorsun?!” diyecektim O’na sadece. “Tamam, anlıyorum. Bir çocuk olmak istemiyorsun artık. Bunun için de, çocuk olduğun zamanları hatırlatan hiçbirşeyi yaklaştırmak

istemiyorsun yanına. En başta da bizi… Aileni… Bu bizim için sorun değil. Bekleyebiliriz. Büyüdüğünü kendine yeterince kanıtlayabilinceye, birilerinin çocuğu olarak kalmaya devam ederek de büyünebileceğini anlayıncaya dek… Ama yine de anlayamadığım birşey var: Bütün bunların gülmeyi unutmanla ilgisi ne? Büyümek için gülmek engel değil ki!”Aynı kelimelerle değilse de işte bunu sordum O’na. Ama O hiç anlamadığı bir dilde konuşuyormuşum gibi baktı gözlerime sadece. Kendimi bilmediğim bir yerde kaybolmuş hissettim O’nun gözlerinde. O an, aynı dili konuştuğu insanların bulunduğu o yerde olmak, O’na neler söylediklerini öğrenmek istedim.Onların sözcükleri değil miydi zaten, bizi bu kapıdan içeri sokmayan?! Ne odasına, ne kalbine girmemize izin vermesini engelleyen, eğer izin verirse hep bir çocuk olarak kalacağını söyleyen?!.. Ama bunları söylerken, O’na bizim yerimize koyacak en küçük birşey sunmuyorlardı, koca bir boşluktan başka…Dün bana ‘Git!’ diyen gözlerinde de vardı o boşluk. Orada kaybolduğumda, O da vardı yanımda. O da benim gibi o boşlukta kaybolmuştu. Bu yüzden, gözleri ne kadar ‘Git!’ dese de ben yine de kalmaya devam ettim yanında. Tutmak için ellerini… Yolu birlikte bulmak için…Kapılar açılmaya başladı. Kahvaltı hazır! Bir kez daha sesleniyorum: “Çaylar soğuyacak! Hadi, acele edin.” Tıpkı eski günlerdeki gibi… Belki bir tek O’na duyuramıyorum sesimi. Duyursam da, beklediğim karşılığı alamıyorum. Ama ben yine de hiç bıkmadan seslenmeye devam edeceğim her sabah. Ve sonsuz bir sabırla kafasındaki seslerin yatışmasını bekleyeceğim… Dışarının sözcükleriyle konuşan o seslerin arasından bir sabah benim sesimin yükselmesini… ve O’nu sıcacık bir kahvaltı sofrasına çağıran o sesimi duymasını bekleyeceğim.