ramazan ayının ilk sahuruydu.henüz on bir ayın sultanının dördüncü saatini sürüyorduk. rüya görüp görmediğimden emin olamadığım bir ‘matrix’ ortamında, annemin haykırışını duymam ile birlikte, yataktaki yatay pozisyonumdan halıdaki dikey pozisyona transferim iki saniye sürmedi bile. zayıf noktamdan vurulmuştum beni doğuran birey tarafından. şu an öyle bir haleti ruhiyedeydim ki, bana ne söylenirse yapabilirdim uykudan tam anlamıyla kopamamanın sersemliğinde. pavlov’un köpekleri dahi şartlanmamıştır bir şeye, ben uyurken adım yüksek sesle söylenince mutlaka bir şeylerin ters gidiyor olduğuna şartlandığım kadar. zaten kendimi bildim bileli okula giden bir insan olarak, yüksek olduğu gibi kısık ses ile de adımın söylenmesi, ister uyuyor olayım ister uyumuyor, beni telaşlandırır. kendimi bildim bileli okula sabahın köründe giden bir kişi olarak, ismimin kısık ses ile söylenmesi, o soğuk sabahın körünü çağrıştırır derhal bana. benim ismim normal tonda telaffuz edilmesi gereken bir isim sanırım.işte tamamen uyanana dek tüm bunları düşünmüştüm saçma saçma. üstelik düşünürken saçma olduğunun farkında olmama rağmen düşünmüştüm. ne var ki, şimdiki uyanmış beynimle, bu düşündüklerimi düşündüğüm için “nasıl oluyor da saçma düşündüğümü fark etsem de düşünmeye devam ediyorum” gibi düşüncelerle vakit kaybetmeye tahammül edemiyordum. o yüzden, düşündüklerimi düşünmeye ara vermeyi düşünüp silkindim.uykudan uyanır uyanmaz canı yemek istemeyen ben, dikkat etmiştim de bu defa açtım galiba. ev serindi. serin ortamlarda koku daha mı çabuk yayılır diye aklımdan geçirerek musluğa kadar yürüdüm yine de yapışık kalan birkaç uyku kırıntısı nedeniyle. zira, gözleme denilen ve uzun süre tok tuttuğu iddia edilen gıda maddesinin kokusu burnumca kesif bir biçimde duyulmuştu.kombiyi icat edene dua edip masadaki yerimi ben de almış oldum. babam çayları koydu. bardaklara toz şekerini milimetrik oranlarda ayarlayarak dökerken, annemin buraya doğru geldiğini gördüm.o esnada esasen esnekçe esnedim.ardından annem, elinde tuttuğu elbezini babama ait olan çay bardağından aşırtmak suretiyle masanın tek boş kısmına fırlatma girişiminde bulundu. ya kuvvetini gereğince verememişti ya da yolun uzunluğunu hesaplarken bir hata yapmıştı, kısacası bezin dip noktası ile çay bardağının içinde duran çay kaşığının tepe noktasının temasından gerçekleşen bir devrilme olayı vuku buldu. tam bir saniye boyunca kimse kımıldamadı. hemen akabinde, tüm reflekslerin olaya dahil olmasıyla etraf karıştı. olayın hem suçlusu hem de güçlüsü olan bez, bu sefer bize yardımcı olmayı tercih ederek, süzülen çayın yere damlamasını engelleyici faktör oldu. benim koşarak mutfaktan getirdiğim onlarca peçete ile ise, birikintilerin birikmesini önlemeye çalıştık. yaşananların çok da anormal olmamasına karşın, babam beklemediğimiz bir tepki gösterdi ve yaktığı sigara nezaretinde diğer odaya sinirli hareketlerle gitti. annem ile ben şaşkındık. zikzaklı bir atmosfer ile ilerleyen zaman içerisinde biz karnımızı doyurduk. babam o sırada tekrar geldi. gökgürültülü havayı ima ederek “sabah yağmurlu olursa beni uyandır, okula bırakayım” dedi bana. cevap beklemeksizin yatak odasına geri döndü. şimdi akıllardaki tek soru babamın oruç tutup tutmayacağı idi.sahur sonrası yatmamayı planlıyordum ertesi günkü biyoloji sınavına kopya temin etmek için. olmadı. hatta günlük uyuyakalma limitimin sınırlarını da zorlayarak geç kaldım. hava yağmurluydu. eğer geç kalmış olmasaydım gerçekten babamı uyandırmazdım.arabaya binip harekete geçtiğimiz süre içinde babamın hala bir sigara yakmamış olması oruç tuttuğuna dair bir ipucuydu. tıkalı trafikte bile yakmayınca, anladım ki, evet, oruç tutuyordu. ben de babama çekmiştim. aynı şekilde sinirlenince, kendime zarar vermekten haz duyardım. duygu sömürüsünün bir çeşit verisyonuydu bu. bu arada şuna dikkat etmiştim, eğer metroyla okula gitseydim çoktan varırdım. bugün sanki geleneksel limitleri zorlama günüydü ve maalesef trafik haddini aşmıştı.arabadan inince koşa koşa okul yoluna girdim. ilk dersin ortaları olmalıydı. aniden aklıma bugün biyoloji sınavı olduğu gelince, aynı anilikte bir u dönüşü yaparak ara sokağa saptım. şimdiki hedefim bir kırtasiye bulabilmekti. nitekim, buldum da. ama çok kalabalıktı. bekleyişin ardından sıra bana geldi. lakin fotokopi makinesinde bir arıza baş göstermişti. kısa bir incelemeyle, sorunun, benden önceki kişinin alet içine bozuk para kaçırma sebebiyle gerçekleştiği görüldü. makineyi göbekten sökmeye başladılar. “ya küçülttürürüm sayfaları ya da ölürüm” parolasıyla kırtasiyeden çıkıp başka bir kırtasiye aramaya koyuldum. yağmur şiddetini arttırmıştı. oruçlu olmak için çok yanlış bir gün tercih etmiştim.yeni bulduğum kırtasiyecinin, dünyanın görmüş olduğu en aptal kırtasiyeci olması sebebiyle, dün geceki sahur vaktiyle başlayan aksilikler silsilesinin, ramazan ayının ilk gününe denk düşmesinin ne kadar da kötü bir zamanlama hatası olduğundan emin oldum. sonra sırasıyla, ikinci derse de geç kaldım, elbette ki yoklamaya giremedim, yarım günüm bir kuş gibi uçuverdi ve en önemlisi de merkez sınav sistemi ne yazık ki kopya çekmeye imkan tanımayınca bütün uğraşlarımın bir çırpıda heba oluşunu canlı yayın izledim. daha kötüsü ne olabilir diye düşünürken; acıktığımı, susadığımı ve hatta hemen sigara içmez isem bu yaptırıma daha fazla dayanamayacağımı fark ettim.zorlu bir okul gününü geride bırakırken, sabah evden çıkmadan evvel büyük bir tesadüfle unutmayıp yanıma almış olduğum kamera ile günün stresini nasıl olsa üzerimizden atacağımız güvencesiyle arkadaşlarla iftara gittik. benimki hariç bütün çantaları dershaneye bıraktık.gazi osman paşa ilçesinin istiklal caddesi olan bağlarbaşı caddesi’nde yürüyorduk. ufak boylu bir çocuk, arkadaşlarımdan birine çarptı. bizimki ne olduğunu anlayamamasına rağmen “pardon” demeyi ihmal etmedi. aklın kabul etmediği şekilde bu ufak çocuğun küfür etmesine aynı çocuklukla cevap veren arkadaşım, caddenin sağ tarafındaki tezgahta oturan tahminimce iki yüz kiloluk kadının eline koca bir sopa kapıp bize doğru koştuğunu görünce büyük bir ihtimalle pişman olmuştu. ne var ki, kadın ile birlikte dört beş kişinin daha bizi apansız çembere alması durumun vahametini gözler önüne seriyordu. kendimize inanamayacağımız bir alttan alma stratejisi kısmen başarılı olmuştu ki, şimdilik bizi affetmişe benziyorlardı. iftarı edeceğimiz mekana doğru yeniden yürümeye koyulduk. bu esnada, o ufak boylu çocuğun kız mı yoksa erkek mi olduğu ikileminde, kendi aramızda tartışıyorduk. ıslık sesleriyle konuşmalarımız bölündü. geriye baktığımızda birilerinin bizi çağırdığını gördük. evet, bu beladan sıyrılmak o kadar kolay olmayacktı anlaşılan. çantamda elektronik eşya taşıdığım gerekçesiyle ben ve ufak boylu çocukla çarpışan arkadaşım, tüm cep telefonları bize emanet edilerek mümkün olduğunca uzaklaşmaya davet edildik diğer arkadaşlarımızca. şöyle bir düşününce en mantıklı fikir bana da bu gibi geldi. “arkadaşlarımı yalnız bırakamam” cengaverliğini bir kenara atarak, olayın kahramanı arkadaşımı fem dershanesine, ara sokaklarda son sürat koşma itibariyle, kaçırdım. ki bu depar süresince takip ediliyormuşuz hissi peşimizi hiç bırakmadı. fem’e gelince baktık ki dershane kapalı. bu defa da yine benzer ara sokaklardan benim dershaneye doğru hız azaltmaksızın koştuk.iftar topu çoktan patlamıştı. dershanenin hemen arkasındaki dürümcüye girdik ben ve çarpışan arkadaşım. diğerlerinin hayatlarından şüphe duyuyorduk duymasına ama sağlıklı düşünebilmek için önce karnımızın doyması gerekliydi. dershaneye geri döndüğümüzde bizimkiler de nihayet gelmişti. ucuz kurtuldukları her hallerinden belliydi. söylediklerine göre, çarpışan arkadaşımı akıllarına kazımışlar ve her nerede karşılaşacak olurlarsa olsunlar ümüğünü sıkacaklarmış. ha bu arada böylece kız mı erkek mi tartışmalarına da bir açıklık getirilmiş oldu. halbuki erkeğe benziyordu.iflahımızın kesildiği, nevrimizin döndüğü, feleğimizin şaştığı, sıtkımızın sıyrıldığı ve belki de yakın bir zaman içinde ümüğümüzün sıkılacağı bir akşamda, başta da dediğim gibi artık günün stresini bir nebze olsun atmaya gelmişti sıra. hatta diyebilirim ki, biz bugün okula ve sonrasında dershaneye tamamen bunun için gelmiştik. bu hain planı yürürlüğe sokmak için günün tehlikelerinden şaşırtıcı bir biçimde koruyabilmiş olduğum kamera ile okula dönmek üzere yola çıktık. şu ana kadar hiçbir şeyin yolunda gitmiyor olması, aslında bugünden sonra başımıza gelebileceğini düşündüğümüz bir tufandı. az sonra yapacağımız adiliğin bedelini yaptıktan sonra ödemeyi göze almıştık da, daha öncesinden peşin olarak ödeyebileceğimiz ihtimali hiçbirimizin aklına gelmemişti. tek tesellimiz, her bir sorun sonrasında benim kamerayı çalıştırıp yaşadıklarımızı sıcağı sıcağına objektiflere yorumlamak olmuştu. doğrusu, ilginç hatıralar olarak tarihimizdeki yerini alacaktı bu kesitler ve kasetler.önce provalara başladık. bakkaldan aldığımız yumurtalardan ilkini, sözkonusu bakkalın suratına atmak suretiyle, yoldan geçen arabaların ön camlarına fırlatıp fırlatıp kaçıyorduk. bu heyecan kasırgasında savrulurken yavaş yavaş ısınıyor olduğumuz kimsenin gözünden kaçmamıştı. kendimizi hazır hissettikten sonra okulun bahçesine girdik.gece görüşündeki kameraya önce sakince neler yapacağımızı anlattık. okulun camlarını ve daha evvel belirlemediğimiz, çekim sırasında doğaçlama arıyor ve buluyor olduğumuz taşları, kaçış rotamızı ve hangimizin hangi cama atış yapacağını açıklayıcı metinlerle gösteriyor ve anlatıyorduk. her şey tamamlanınca, kimin çekim yapacağı konusunda minik bir tartışma yaşadık. sonunda bu problemi de hallettik ve planladığımız gibi bütün taşları camlara fırlatırken, planlamadığımız kadar yüksek desibelde yankılanan çığlıklarımız dahilinde, gürültüyle cama fırlayan çevre sakinlerinin bakışları altında kaçmaya başladık. evet, kamerayı kapamamıştık ve sonradan izlediğimizde farkettik, ‘blair cadısı’ ile olağanüstü benzerlik gösteriyordu bu heyecan dolu kaçış sahneleri.kötü bir günün mutlu bir sonu kök salmıştı hayatlarımıza. en azından ben öyle düşünüyordum eve dönerken. tarihin altı kasım ikibin iki’yi gösteriyor olması ve tahminimce bu tarihin çok uzun yıllar sonra bile, bizim yaşadığımız bu enteresan gün haricinde, başka bir konuya da ev sahipliği yapacağını bilemezdim. eve girince televizyon ekranının sağ üst köşesinde, ne yazık ki altı rakamının yanında galatasaray’ın değil, fenerbahçe’nin adı yazılıydı. gönlümce, sıfırın yanında yer alması gerektiğine rağmen.’niye bana bu ceza?’ diye bir şarkısı var özlem tekin’in.