Tekerlekli sandalyede soluduğumuz hayat, hep birilerinin iteklemesine mecbur. Birileri illa ki olmalı ve acı vermeli… Hep canımızı yakanları özlememiz ne tuhaf. Ya da unutamadıklarımız hep kaybettiklerimiz değil mi? Bazen prangalı düşler görüyorum bir başkasına mahkum esir gizlenişler. Sonunda uyansam bile uyandığımı hatırlamıyorum. Gerçek ve hayal o kadar acımasız ki; en çok canının neden yandığını bilmiyorsun bazen nefes alışların bile düzensizleşiyor hatta unutuyorsun nasıl nefes alman gerektiğini. Çocukça hayallerini bir meçhul aşk’a kanatırken sadece ellerinle kendini parçaladığın gözyaşı serinlediğinde tüm dünyanı sarıyor. Oysa diyorsun bu bile yetmez anlatmaya ve yetmeyecekte. Ne kadar çok kendini hırpalarsan bir o kadar daha yakınlaşıyorsun uzak kalmak istediğine. Asla inanmıyorsun kendi içinde büyüttüğün ve imkansız bir hale getirdiğin şeyin sadece kendinden ibaret olduğuna. Buna değişik isimler ve formlar yaratmaya çalışıyorsun, küçülüyorsun!Ta ki yok olana kadar…Dünyanın en yüksek yerine çıksan ve bağırsan inan ki seni senden başka duyan olmayacak; lakin sen bunu yaptığında tüm dünya duyacakmış gibi hissediyorsun.Kadınlar nasıl sever bilmem ama erkekler adam gibi seviyor.Gittiğin günü hatırlıyorum da… Sanki gözüme bir perde inmişti. Sadece o an vardı sonrası ve öncesi asla olmayacak bir garip masaldı. En ufak ayrıntıların dâhil beynimin tüm hücrelerine hapsetmiştim seni. Ben yaşadığım sürece bana mahkûm kalacaktın. Oysa ben senden bile daha çocukmuşum. Ben büyürken tüm yalnızlıklarımda boş durmadı benimle büyüdü. Sende dahil olmak üzere, kendime yalanlardan oluşan mutlu bir dünya kurdum. Ve inan ki mutluyum.Birinci tür edebiyat sadelikten ve yalınlıktan ibaret olsa da! Gülümseyebileceğim şeylerde olsun istedim. Evet sen…İdraki ziyan vakitlerdi.Perde kalktı.Ama son değildiBu oynadığım oyun…Kendimi sahnelerken kendimden ibaret sahnelerle! Büyük düşler peşinde ki sadece bir alkış kadar masumdun. Saçlarını asi rüzgârlarda dalgalandırırken yakaladığım hava boşluklarıydı aşk ve burnumu kanatana kadar içime çektiğim kalbindi uyanamadığın düşün.Tango misali kelimeler dilimin şarjöründen boşalırken hedef asla sen değildin. Sadece bir intihar misali kendini öteledin. Kendini bende kaybettin.Islak kaldırımlarım vardı bulutların kirini temizleyenYok, olana kadar kulaçlarım! boğuldum gözlerine inatYarı aydınlık sağlayan saydam bir ışık vardı; tepesinde dönen pervaneye yetişmeye çalışan aceleci bir çocuk gibi, masaların üstünde ki tozdan bir kütüphane dolusu kitap çıkardı eğer mürekkebe dönüştürebilseydi. Kapı artık aşağı doğru sendeliyordu aldığı fütursuz darbelerden dolayı sanki artık hiçbir yabancı girmesin diye. Menteşeler iyiden iyiye eskimişti yayları bozuk amortisör gibi en ufak rüzgar sesinde bile bilinçsizce zıplıyordu.Dışarıdan bile belli oluyordu şimdiler ki bu ıssız kulübenin zamanında çok ağır misafirleri olmuştu. Şaşırtan şey ise kapısı hala açıktı. İçerde insan pervasız hayaller eşliğinde bir masal dünyasında hep kötüyü oynamak istese de mekanın asla buna izin vermeyeceği alenen ortadaydı.Bazı şişeler hala doluydu ve hiç açılmamış lakin boş şişeler daha bir asaletli gözüküyordu gözüme. O kadar çok hırçın dalga görmüş bir sandal gibi mücadeleyi okyanusta yarım bırakmamış bir yerdi burası asla üstündekileri terk etmemiş bir edası vardı. Ahşaplarında ki yaralar hep terk edilişlerin işaretlerini taşısa da burası onları bir madalya gibi gözüme batırıyordu.Sonra neden buradayım ve burası neresi gibi kavram arayışlarına girdim…Galiba içim eriyorduVe hain saat uyanma vaktini işaret ediyordu.Uykum geldi sensizlikten…