Gregory Peck
Gregory Peck

“Dinginlik” ve “dürüstlük” onu tanımlayan pek çok güzel sözcükten yalnızca ikisi. Belki de ilk bakışta uyandırdığı izlenimden olsa gerek, onu tanımlayan pek çok güzel sözcüğün içinden öncelik kazandı bu ikisi. Aslında hiç de göründüğü denli sessiz değildi yaşamı, başarıdan başarıya koştuğu ve çok iyi bir kariyer edindiği yaşamını dopdolu yaşadı ve 12 Haziran’da sessizce ayrıldı aramızdan, dinginliğine çekildi.
1916’da açtı gözlerini dünyaya ve yaşamının ilk yıllarını La Jolla, California’da geçirdi. Babasının da adı Gregory’di ama “Doc” olarak bilinirdi. La Jolla’nın ilk ve tek eczacısıydı. Altı yaşına geldiğinde annesi ve babası çoktan ayırmıştı yollarını. Annesini pek göremiyordu, çünkü gezgin bir satıcıyla evlenmişti. Babası ise yeni yeni açılan eczaneler nedeniyle kendi eczanesini kapatmış, bir başka yerde gece vardiyasında çalışıyordu ve oğluyla ilgilenemiyordu.

Bu nedenle bir süre anneannesiyle birlikte yaşamak zorunda kaldı. “Sanırım büyükannemin minik evinde köpeğim ve bisikletimle çok mutlu olduğumu düşünüyorlardı” sözleriyle yakınıyordu sevgisiz geçen günlerinden. On yaşındayken ailesi Eldred’i Los Angeles’daki St. John’s Askeri Okulu’na gönderdi. St. John’s’da askerî disiplini, üniformayı çok sevdi, çok da başarılıydı. Bu okulda edindiği askerî disiplini, mesleğine yansıtacak, belki de başarısını buna borçlu olacaktı.
Eczacı olan babasının isteğiyle, doktor olabilmek için California Üniversitesi’nde öğrenime başladı. Ama orada asıl isteğinin oyunculuk ya da yazarlık olduğunu keşfetti. 1939 baharında Eldred Peck UC Berkeley’den mezun olup, diploması, cebindeki 160 doları ve tanıtım mektubu ile New York’un yolunu tuttu. Üç gün sonra, Manhattan’da trenden indiğinde kendini aktör Gregory Peck olarak duyumsuyordu. “Eldred adını hiç sevmedim. New York’da beni nasıl olsa hiç kimse tanımıyordu, adımı diğer adımla değiştirmem kolay oldu” diye anlatıyordu “Gregory Peck” oluşunun öyküsünü.

Üniversite yıllarında rol aldığı “Moby Dick” (1938) ile Broadway’de rol aldığı “Sons and Soldiers” (1943) adlı oyunlar arasında geçen sürede çok yol katetti Peck. Çok çalıştı, yoksulluk çekti ama yılmadı. Bir yandan çalıştı, bir yandan oyunculuk dersleri aldı. Yazları gezici tiyatrolarda görev aldı ve bu zorlu sürecin sonunda artık Amerika’nın en başarılı oyuncuları arasında onun da adı geçiyordu. Verilen emekler boşa gitmemişti.

Alfred Hitchcock
Alfred Hitchcock

1944’de, onu kamera ile tanıştıran iki yapımda rol aldı: “Days ofGlory” ve “Keys to the Kingdom” Özellikle “Keys to the Kingdom”daki başarılı performansı çok ses getiren Peck, En İyi Erkek Oyuncu dalında ilk kez Oscar’a aday gösterildi. Onun bu çok erken gelen başarısı, tüm Hollywood’un bakışlarını ona yöneltmekle kalmadı, Hollywood’un en iyi yönetmenleriyle çalışmak gibi, herkesin kolay kolay yakalayamayacağı bir şansı da beraberinde getirdi. Sonraki üç yıl boyunca, Alfred Hitchcock’un “Spellbound” (1945), King Vidor’un “Duel in the Sun” (1946) ve Elia Kazan’ın “Gentleman’s Agreement” (1947) gibi önemli yapımlarında rol aldı. Peck’in, Yahudiler’in yaşadıkları ile ilgili yazı hazırlayabilmek için, kendisini Yahudi olarak tanıtan gazeteci Phil Green’i canlandırdığı ve büyük beğeni toplayan “Gentleman’s Agreement” yılın en iyi filmi seçilirken, çizdiği karakterle, “The Yearling”in (1946) ardından bir kez daha Oscar’a aday gösterildi. 1949 yapımı “12 O’Clock” da Oscar’a aday gösterildiği bir başka yapımdı. Bir sanatçının başarısı elbette yalnızca kazandığı ya da aday gösterildiği Oscar Ödülleri ile ölçülemezdi ama tüm bunlar onun başarısının altını defalarca çizmekte ve kendine olan güvenini pekiştirmekteydi.

Elia Kazan
Elia Kazan

Ardında bıraktığı pek çok önemli yapımdan sonra, yalnızca kendi istediği filmlerde rol almaya karar verdi. Ve bu karar doğrultusunda önce “Captain Horatio Hornblower” (1951), sonra da “Moby Dick” (1956)’de rol aldı. Bunları bir başka unutulmaz ama bu kez romantik bir yapım izledi: Audrey Hepburn’ün ilk kamera deneyimi olan ve büyük ses getiren “Roman Holiday” (1953).
1960 ve 70’li yıllarda beyaz perdedeki başarılı varlığını sürdürdü. Özellikle de Harper Lee’nin aynı adı taşıyan romanından beyazperdeye uyarlanan “To Kill A Mockingbird”de canlandırdığı Atticus Finch rolü ile başarısı zirveye ulaştı. Küçük bir Güney kasabasında bir avukat olan Atticus Finch ile tüm dünyaya adeta bir insanlık dersi veren Peck, “En iyi Peck filmi” dedirten ve en iyi film kategorisinde de olmak üzere tam sekiz dalda Oscar’a aday gösterilen bu film ile En İyi Erkek Oyuncu Oscar Ödülü’nün de sahibi oldu. “Yıllar boyunca karşılaştığım neredeyse yüz kişi bana ‘Sizin canlandırdığınız Atticus Finch karakterinden etkilenip avukat oldum’ dedi” sözleriyle 1962 yapımı bu filmin izleyici üzerinde yarattığı etkiyi anlatmaktaydı.

1980 ve 1990’lı yıllarda Hollywood’da ve televizyonda oyunculuk yapmaya devam eden Peck zamanının ve enerjisinin çoğunu eşine, çocuklarına ve torunlarına harcamaya başladı. Peck için yaşam gerek evinde baba olarak, gerekse halkın gözü önünde bir oyuncu olarak ayrılmaz bir bütündü.O, İkinci Dünya Savaşı’nda bomba atan bir askerden, hafızasını kaybetmiş bir adama, tüm dünyaya insanlık dersi veren bir avukattan, romantik bir aşığa dek çok geniş bir yelpazeye uzanan farklı karakterlerin oyuncusu oldu. Yaşamı bir anlamda filmlerinin aynası gibiydi. Canlandırdığı karakterlerin kararlı, güçlü ve savaşımcı yapısı, biraz onun ruhunda da vardı. Üyesi, hatta başkanı olduğu onlarca dernek ve kuruluşla film endüstrisinin en büyük destekçilerinden biri olmayı sürdüren, kazandığı madalyalar ve insanlık ödülleriyle son derece aktif bir sosyal yaşamı olan Peck, ne denli duyarlı bir insan olduğunu da gözler önüne seriyordu.

Hollywood’un hatta dünyanın en saygın adlarından biri olan Gregory Peck, elli yıldan uzun bir süredir tiyatroda, televizyonda ve elbette beyazperdede hep aynı saygınlıkta varlığını sürdürdü. 12 Haziran günü de sessizce aramızdan ayrıldı. Ama aslında yalnızca bedeni oldu giden; çünkü ona ait o denli çok şey kaldı ki ardında, daha çok çok uzun yıllar o yine bizimle, yine aramızda olacak.