bu ne böyle demiştim önce. arka bahçe’nin superman veya örümcek adam dergilerine hiç benzemiyordu, gözü renklerle cilveleşmeye alışmış biri için gayet itici, siyah-beyaz bir çizgi roman, atlara binmiş adamlar falan… yayıncısıyla tanışmasam, o kitabın odama girmesi hayatta mümkün değildi… bir kenarda durdu öylece, belki bir yıl, belki daha fazla…aşk acısı ve bıkkınlık dolu bir gecenin kasvetinde her nedense aldım elime okudum, herhalde alakasız bir şey diye (belki çikletten çıkma fal kağıdı bulsam onu okuyacaktım, maksat kafa dağılsın) ve kaba saba bir western sandığım şeyi gözyaşları içinde bitirdim. aşka dair, yalnızlığa dair bir kitaptı bu, çizgi romanda aradığım tadı vermemişti belki ama edebiyatta arayıp da bulamadığım şey vardı sayfalarında. silahlar konuşurken, sanki gerçekten birşeyler söylüyorlardı. ölen adamların bakışları kafasına takılıyordu insanın, ne kadar değerli olmalıydı hayat, oysa nasıl kolayca kayıp gidiyordu. küçük bir kızın muhteşem kurtarıcısına hayranlığında aşk titreşimleri vardı ama “temiz” bir aşktı… bir kahramanın bu kadar kırılgan ve aynı zamanda bu kadar dayanıklı olması tuhaftı, ama babam da böyle değil miydi?kendi gerçekliğimde özdeşleştirebileceğim kahramanlar, yıpranmış ama cesur, yorgun ama dik duran adamlar hep böyle siyah-beyazmış gibi geldi bana o günden sonra. örümcek adam’ı sevmeye devam ettim, ama ken parker’a daha fazla inandım. ken parker okumak beni değiştirmedi, değişmiş olduğumu ken parker sayesinde anladım.ken parker’ı sevdim, çünkü onun sayesindedir ki değişmeme rağmen çizgi romanlardan kopmadım. aksiyondan öte duyguların, intikamdan öte hislerin karmaşık güzelliğini ken parker‘la tanıyorum, seviyorum. babam ve oğlum’daki çocuk gibi hissediyorum kendimi her kitaptan sonra, kahramanımı çizgili sayfalarda buluyorum, hiç aramasam da…