“departman”ların kaldırılmasını protesto ediyorum ve bunda sonraki yazılarıma manüel departman koyuyorum departmanından…
geçen hafta son sesler isminde bir belgesel izledim. rusya ile 30 yıl süren savaşlarından sonra, kafkasya’dan osmanlı’ya sürülen 25.000 civarında ubıh’tan ana dilini konuşabilenlerin sonuncusu, tevfik esenc, anlatılıyordu belgeselde. ubıh diliile ilgili olarak bir çok dil bilimciyle yaptığı arşiv çalışmaları, yaşadığı kasaba ve hayatı hakkında genel bilgileri içeren bu belgesel sonrasında internet’te olayı biraz araştırdım.belgeselden 5 sene sonra, 1992’de, tevfik esenc öldüğünde ubıhça’yı ana dili gibi konuşabilen kimse kalmamıştı. gözüken o ki, tevfik esenç bu örneklerin ne ilki ne de sonuncusu. dilbilimcilerin üzerinde çalıştığı bunun gibi nice örnekler var ve olmaya da devam edecek. aslında dillerin varoluş ve yokoluşları tarih boyunca hep sürmüş. ancak ürkütücü olan tarafı bu kayboluşların hızı. dillerinin yarısı son 500 yıl içerisinde yokolmuş ve bu kayboluşun yarısından fazlası son 200 yıl içerisinde gerçekleşmiş. şu an dünyada bilinen, kayıt altına alınan 6500 civarında dil var. bu dillerin yarısı ise araştırılmaya muhtaç. yani ne kadar bilinseler de, henüz üzerlerinde dilbilimsel bir çalışma yapılmamış.peki dilller nasıl yok olur? cevabı bulmak pek de zor değil. asimilasyon, nüfus azalması, dili kullanan ırk ya da grubun herhangi bir sebepten yokuluşu temel sebepler. son ikisini doğal sebepler olarak bir yere koyarsak, aslında dillerin karşılaştığı en büyük problem asimilasyon. asimilasyon geçen yüzyıl başlarına kadar baskı ve zor kullanma ile kendini gösterse de, artık ekonomik ve buna bağlı kültürel yaygınlaşma ile oluşuyor. örneğin son sesler belgeselinde ubıh’ların, rusların baskılarından kaçabilmek için kendi istekleri ile ubıhça’yı bırakıp abhazca ya da çerkezce kullanmaya başladıklarından bahsediliyordu. (bununla ilgili internette herhangi bir kayıt bulamadım). ancak günümüzde endonezya’da yerel 500 dil ve/veya diyalektiğin yokolmaya yüz tutmasının temel nedeni ingilizce temel eğitim ve ingilizce’nin sağladığı iş ve yaşam olanakları.işte burda dil ölümü(language death) denilen bir kavram çıkıyor karşımıza. david crystal tarafından kalem alınan language death isimli kitapta dünyada yokolan veya yokolmaya yüz tutan dillerin durumu, bunun nedenleri, çözüm yolları araştırılıyor. burada bir özeti bulunabilir. crystal’a göre, iletişim aracı olarak dil, o dili kullanan insanların yokolması ile ölüyor. aslında crystal’in yaptığı temel çıkarım: dil=insan. bir yerlerde arşivi, kaydı, belgeleri olsa da o ölü bir dil. kalan her türlü belge ve kayıt aynı insanın mezar taşı gibi sadece bu dilin bir zamanlar varolduğunu kanıtlıyor. (küçük bir not: tevfik esenç’in mezar taşında, kendi isteğiyle, aynen şunlar yazılmış: tevfik esenç burada yatıyor. kendisi ubıhça’yı konuşabilen en son kişidir.)crystal’e göre, dünyada bir dili konuşabilen sadece bir kişisi varsa, bu dil zaten ölmüş demek. dil iletişim aracı olarak kullanılmadıkça değer ifade etmiyor. (bununla ilgili belki de tek istisna sayılabilecek latince’yi de diğer batı avrupa dillerini etkileyen çıkış noktası ya da kaynak dil olarak tanımlıyor.) dili kullananların sayısı oldukça önemli olsa da aslında gerçek ölçüt bu değil. genel olarak bir dil 100 kişiden daha az bir grup tarafından kullanılıyorsa bu dilin tehlikede olduğu anlamına geliyor. ancak bu rakam başka bir yerde 1000, başka bir bölgede 20.000’e kadar çıkabiliyor. bunun nedeni ise “ana dil” olarak öğrenilen ya da yaygınlaşan dilin ne olacağı problemi. şöyle ki, dış etkiye kapalı, erişimin zor olduğu bir takım bölgelerde dili kullananların sayısı az da olsa bu dilin yeni doğan çocuklara öğretilme oranı yüksek oluyor. ancak, g.amerika’nın bir çok bölgesinde bir dili konuşabilen 10.000’in üzerinde insan olsa da ana dil olarak portekizce ve ispanyolca yaygın olduğundan burdaki dillerin ölümü daha hızlı olabiliyor.şu anda dünya nüfusunun %96’sı, dünya dillerinin %4’ünü kullanıyor. başka bir deyişle dünya dillerinin %96’sı dünya nüfusunun %4’ü tarafından kullanılıyor hangisi daha ilginç bir rakam karar veremediğimden ikisini de yazdım. bu büyük farkın kapanması veya en azından daha da açılmasını önlemek için bir takım çabalar da yok değil. tehlikede olan dillerinin kayıt altına alınması, yaygınlaştırılması amacıyla oluşturulan bir kuruluş olan foundation of endangered languages (tehlikede olan diller örgütü) bu tip araştırmalara kaynak sağlayabiliyor. ancak gördüğüm kadarıyla kaynakları kısıtlı ve şartları zorlayıcı. bir, iki de kitap var.bütün bunlardan sonra “peki dilleri korumak önemli mi?” sorusu karşımıza çıkıyor. dillerin ulus kimliğiyle olan yakın ilişkisi, dillerle ilgi yapılan araştırmaları da töhmet altında bırakıyor ve provakatif olarak nitelendirilebiliyor. crystal dilleri neden bu kadar önemsemeliyiz sorusuna beş temel başlıkile cevap veriyor. kültürel farklılıkların getirdiği değerlerin korunması, kimlik değeri sağlaması, içinde tarihi bilgileri barındırıyor olması, insan bilgisinin genel bir toplamı olması ve kendi açılarından ilginç konular içeriyor olmaları. bunun dışında bir de ekolojik yorum var. genelde crystal’in 4. başlığına denk geliyor ve açıklamak için iyi bir örnek. bu yoruma göre, dillerdeki farklılıklar ekosistem ile doğrudan ilişkili. dillerin içerdiği teknik bilgiler yaşanılan bölge ve yere göre değişiyor. örneğin, paluanlı bir balıkçı o zamana kadar bilinmeyen 300’ün üstünde balık türünü literatüre dil sayesinde sokmuş. yani dillerin yokoluşu bir anlamda ekosistemin çöküşünü de simgeliyor.kısaca toparlamak gerekirse, özellikle küçük ve yerel diller yokolmaya yüz tutarken, bu etkiyi göğüsleyebilen görece büyük diller de yavaş yavaş teknolojik ve kültürel bilgi ihracı ile baskın bir kaç dilinde etkisine hapsolmaya başlıyor. bu genel bir döngü maalesef ve etki alanı git gide genişliyor. daha çok yazmak, konuşmak ve okumaktan başka bir çare de gözükmüyor. amerikan yerlisi darryl babe wilson’ın dediği gibi: “bu dünyada hayatta kalabilmek için beyaz adamın dilini öğrenmeliyiz, ama sonsuza kadar yaşamak için kendi dilimiz bilmemiz gerek.”
yorumlar
beceremedim departmanları.. makale süper..
yeni gine… nufusu dunya nufusunun kabaca %0.1`ine tekabul eden bir ulkede konusulan lisan sayisi, dunya dillerinin yaklasik %15`ini olusturuyor…“dillerin yokoluşu bir anlamda ekosistemin çöküşünü de simgeliyor.” Bu bence fazla duygusal bi yaklasim. Yerel iletisimde boyle lokal dillerin onemi tartisilamaz belki ama, bilimsel literaturden bahsediyorsak tek bir dil vardir, latince. e dillerle ekosistemin yokolusundaki metaforik paralellikse mesele, baska.Bu konuyla sirnasik, olayi daha cok antropolojik yonuyle kurcalayan soyle de okunulasi bi kitap var.
hala Gürcüce’yi konuşuyoruz köyde. Ancak bizim için git gide ölüyor. 93 harbinden sonra yerleştik buraya ve bu tarihten itibaren dil gelişimi durdu hatta gerilemeye başladı. Mesela bizde ayakkabının Gürcücesi yok. Konuşurken bir çok Türkçe kelimeyi kullanmak durumundayız.Yazı ise daha da kötü. Belki ben bilmiyorumdur ama Gürcüce yazabilen kimse yok sanırım.Bazen tv.de rastlarım Gürcülere, konuşurlar çoğunluğunu anlasamda bir kısmını cümlenin gidiş hatına göre yorumlamak durumunda kalıyorum. Bu dilin avantajı hala kullanılıyor olması. Umarım öyle de gider.Tavsiyedir; Gürcüce bilmiyorsanız Gürcüce bilen iki kişiye rakip olup oyun oynamayın hile yapıyorlar:)
ben böyle devam ederim. açıklama için eywallah…:))
tanışmıştım. bu filmin ortaya çıkış aşamalarını anlatmıştı. komik olan bu filmle ilgili ismet arasan’ın elinde dandik bir vhs’den başka bir kopya olmadığıydı.
İşim gereği, yıllardır elimden bir sürü yazı geçiyor, artık kütür bakanının yazısını mı istersiniz, bilmemnere milletvekilinin yazısını mı… Bu yazıların bir çoğunda ayrı yazılması gereken –de –da’ların bitişik, kimi zaman da bitişik yazılması gerekenlerin ayrı yazıldığına tanık oldum. Çok belirgin bir hata olduğu için sadece bunu belirtiyorum burada ama cidden sinirlerimi bozan bir hata ki “hafif”te de bir sürü yazıda tekrarlayan bir hata… Bu konuda zaman zaman alay konusu olduğumu bazı arkadaşlar e-mail listelerinden hatırlayacaklardır. Neyse uzun lafın kısası, biraz konu dışı oldu ama az bir dikkatle bunun gibi küçük görünen hataların önüne geçilebileceğini düşünüyorum. Yok olan dillerden biri olmaz Türkçe ama en dar dillerden biri olmaya doğru emin adımlarla gidiyor.İş yerimde bir arkadaşım İngilizce kursuna gidiyor, her gün bir sürü soru soruyor bana, adama bak şu özne, şu yüklem; şu isim, şu fiil diye anlatıyorum, neyin ne olduğunu bilmiyor. Yani Türkçe’yi bilmiyor ki adam gibi İngilizce öğrensin. Emin olun bu bir istisna değil. O kadar çok kişi aynı durumda ki…Yazdığım yazılarda yemin ederim psycedelic kelimesini kullandığım zaman utanıyorum. TDK’yı dönüştürdükleri durum zaten içler acısı. Lütfen en azından kendi dilimizi korumaya çalışalım.
çok etkileyici çok dokunaklı bir anlatımı vardır ama belgeselin.
protesto için alt yapı bile yapmıştım, olmadı şimdi. olsun departman işini “el ile yapılandır” yapabiliriz sonuç olarak.kurdele bile hazırdı aslında, blogu da hazırlasaydım önceden…bir de bu var.not: bir blogu okumadan (zaman) ahkam girmek enteresan bir zevk.
Yazı hakkaten güzel olmuş ama bu dilleri korumak konusunda benim kafam karışık. Bi kere bu konu tehlikeli, hatta ülkesine, pozisyonuna ve mezrasına göre zaman zaman çok tehlikeli olabilen bir konu, malum nedenlerle; neyse bunu geçelim.Şimdi benim kafamı karıştıran esas konu başka bir şey: Esasen dillerin korunması meselesi, post modern zamanların bir hassasiyeti. Güzel de bir hassasiyet, ama eskiden insanlığın büyük ideali dilleri korumak değil, dillerin-sınırların-milliyetlerin olmadığı bir ortam yaratmaktı, öyle de bir durum var. Beethoven’in 9. Senfonisi böyle bir idealin şeyidir, misal; daha iyi bir örnek, Esperanto vb. hesabı evrensel dillerdir. Bir zamanlar binlerce insan Esperanto’yla uğraşır, kendi dilleriyle değil Esperantoca konuşmaya çalışırlarmış. Deli olduklarından ya da can sıkıntısından değil, o dönemin idealleri öylesini gerektirdiğinden. Bu dediğim 100 yıl önce. Peki bundan 100 yıl sonra ne olacak, onu da Allah bilir. Allah kavmiyetçiliği yasaklamıştır ayrıyetten, bunu yazmanın ne ilgisi varsa.Beni kıllandıran bir başka konu, yerel dillerin çeşitli ülkelerde nurtopu gibi milliyetçi hareketler yaratmanın aracı olarak kullanılması. Eski Sovyetler Birliği böyle dillerle ve ülkelerle dolu. Misal Ukrayna; Ukraynaca güzel bir dil, Ukrayna kızları dünyanın en güzel kızları, iyi güzel. Ukrayna yönetimi Ruslar’dan ne kadar farklı bir ULUS olduklarını göstermek için Ukraynaca’yı destekliyor, insanlar kulüplerde, şurada, burada Ukraynaca halk şarkılarını büyük bir gururla söylüyor, ama…Aması şu ki, bu ülkede insanların alayı gündelik hayatta Ukraynaca değil Rusça konuşuyor. Rus televizyonlarını izliyor. Rus şarkılarını seviyor. Ruslar’a benziyor. Yemekleri ortak, her bir şeyleri ortak, halk şarkılarından başka.Böyle bir ortama yerel dili döküp kibriti çakmışlar, ortaya taş gibi bir ulus devlet çıkmış, ne gereği var, diye soramıyor tabii insan. Votkamı içerim, karışmam gereksiz tartışmalara.Tarihte en baba milliyetçiler ve ırkçılar dil bilimciler ve tarihçiler arasından çıkmıştır, onu da ekleyeyim.
Şimdi kaptan beycim, milliyetçilik biliyosunuz yeni bi durum. 200 yıllık bi hadise. Irkçılık ise neandertal’in kökünün kazınmasına kadar gidebilir. Atalarımız ırkçıdır yani. Dil meselesi gibi önemli bi meseleyi, milliyetçilik-ırkçılık ekseninden ele alırsak, ancak bazı ideolojik çıkarımlar yapabiliriz. Yani sizin yapmaya çalıştığınız gibi. Halbuki ve takdir edersiniz ki, dil neredeyse herşeydir, insanın kendisidir. Burada daha önce de aynı mevzuuda klavye kırdırtan tartışmalar yaşanmıştı (ah ne güzel günlerdi o günler! hafif’in en parlak zamanlarıydı).Diyeceğim, bu hassas konuda uzmanlaşan insanları, şucudur bucudur diye diil, dediklerine göre değerlendirmek gerektiği. Aslında her konu böyledir ama, bu konu konularüstü durur.
O da doğru. Zaten kitaplarda geçen şekli “en baba milliyetçiler, tarihçiler ve dil bilimcilerden çıkar” şeklindeydi, Hafifçiler nası olsa anlamaz deyip uydurmuşum, hehe. Şaka tabii.Fekat yine de ırk ve milliyet olayının ne oranda ayrı mevzular olduğu konusunda şüpheliyim. Şimdi Ukrayna örneğinden devam edelim. Irk mı önce gelir, dil mi önce gelir konulu mevzuda, şöyle bir pozisyon alayım:Şimdi, Ukraynalılar’a göre, , Ukrayna ırkından olan kadınlar, Rus kadınlarına basarlar. Doğru. Doğru ama bi dakka, Ukrayna ırkı kim ki?Denilince diyecekler ki, “E tabii, öncelikle, Ukrayna dilini bilen kişi”. Böylece dil, ırkları birbirinden ayırmak için kullanılan ölçütlerin ilki ve başlıcası haline geliyor. Burası milliyetçilikle ırkçılığın birbirine karıştığı puslu bir ortam. 90+3’te ters bir pozisyon olursa, her türlü gerginlik doğar böyle ortamlardan.Geldik bu bağlamda dillerin unutulması mevzusuna. Şimdi mesele şu: Ukraynaca yakın zamana kadar neredeyse unutuluyordu. Ne zaman ki bir ulus devlet kuruldu, önce şanlı bir tarihe ihtiyaç duyuldu, şanlı kahramanların heykelleri bulunan her boş araziye konuldu (Ulu kahraman Şevçenko ve ekürileri), buna paralel olarak da unutulmak üzere olan bir dil, tarihçilerin ve dil bilimcilerin Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı sponsorluğunda ittirmesiyle küllerinden yeniden doğdu.İşte tam bu esnada da unutulmak üzere olan başka bir dalga, Ukrayna ırkı doğmuş oldu.Her neyse, ben her zaman böyle soruları yarım bırakıp votkaya devam etmeyi tercih ederim, herkese de bunu tavsiye ederim.
süper blog.gürcüce etrafımda çok konuşuluyor, lazca ile içiçe girdiğinden herhalde.ek olarak departman olayını destekliyorum.
departmanlar için canın sağolsun, bir sürü yeni ve kusursuz işleyen eklentimiz oldu da . . .tren kısmında kullanıcının son giriş tarihini/zamanını görsek eskisi gibi … eklenmesi çok mu zor olur ?