Kötü adam olup tehlikeli şiirler yazdığımdan beri mutsuz ama mutsuzluğunu kaile almayıp mutlu duran bir insan olmayı seçenek olarak görmem yaşamla aramın açılmasını iyice hızlandırdı. İnişe bırakılmış bir tekerleğin önüne takoz atmanın da artık bir faydası kalmadı. Gidip durağım noktanın da hiçbir zaman kötü bir yer-durum olmayacağını bildiğim için kederli de değilim.

Bedenimde derin bir “açlık” var.

Kötü adam olup tehlikeli şiirler yazdığımdan beri mutsuz ama mutsuzluğunu kaile almayıp mutlu duran bir insan olmayı seçenek olarak görmem yaşamla aramın açılmasını iyice hızlandırdı. İnişe bırakılmış bir tekerleğin önüne takoz atmanın da artık bir faydası kalmadı. Gidip durağım noktanın da hiçbir zaman kötü bir yer-durum olmayacağını bildiğim için kederli de değilim.

Bedenimde derin bir “açlık” var. Zaman önce bunu ruhumda da keskin halde hissetmiştim. Bugün yaşamımın zorunlu kıldığı kilit noktaları kavrama adına kendimi kanalize ettiğim uğraşlar(ders çalışmak gibi…) bunu daha az hissettiriyor. Ancak aynı uğraşlar ve yeryüzünden kısmen tecridim açlığımı iyice büyütüyor. Güneşle direkt temasın bile güçleştiği ve gözlerimin bazen iki metreden öteyi görme yetisinin sınırlandırıldığı bu yaşam peyzajı beni derinden sarstı. Umudumu kırdı hepsinden önce. Avuçlarımı sıkıp gözlerimin en derin deniz ötesi boşluğu kestirdiği ve gök haritasının bin bir şekilde delindiği o ruh hali artık kalmadı. Bunu her zaman sağlama adına bu tükenişe razı olmayı çözemiyorum. Uzun zamana oynama ve bir gün ilerisini görmeden bugünü o zaman adına hapse çevirmek; delilik bu! Ama açlık işte, kemirmediği yer bırakmıyor.

İnsan ruhunun halen bir kısıtlanış içerisinde yaşayabileceğini düşünemiyorum. Andre Maurois’in İnsan Sarrafı’nda bahsettiği ruhun bir fanus içerisinde yanıp duracağı hiç mümkün mü? Şu oynak bedenimizde sabırsızlıktan duramayan ve çoğu zaman yaşamı hitama erdirme fırsatı vermeyen bir ruhun cam fanusta nasıl yıllar yılı yaşayıp duracağına şaşarım; hadi bir hikaye de olsa tüm olanlar. Sonsuz doyumu, itminan ve istikrarı bir ruhun fanusta bulmasına imkan yoktur. Gök boşluğu bile az geliyor bazen gözün daha çok şey görme isteğine karşı.

İnsanı istikrara zorlayan yada itidale çağıran ise bence sadece bir vaattir. Yaşamın ilerde hiç belli olmayan bir getirisinden ibarettir bu vaat. Bunun somut yada soyut bir “öte” kavramı içerisine konmuş olması amacında değil davranış stilinde farklılık yaratıyor sadece insanın. Bunlara ulaşmak için önceden kategorize edilen davranış tipleri ise başlı başına bir itidal mesajıdır zaten. Yani vaat ve şart yada ümit ve korku yada rahmet ve ceza yada en açığı peynir ve labirenttir. İnsan, sonuca giden yolda bir yolda yeni bir denge basamağı ile donatılmış. İnsan yine de her şeyiyle dayanmasını, katlanmasını bilmeyen, çıktığı denizi arzulayan bir balık.

Güç her şey. İçimizde bizi dayanılmaza, anlamsız duruma götüren yollar çok. Kendi hür odalarımızı garip bir yokluk haline çevirebilecek yeteneğe sahibiz. Denizi, bir sevda kentine koyar koymaz ona küskünlüğümüzü aşılayan, dağları çıplak görme arzusunu ortaya koyduktan sonra inatla onun eteklerine meşe tohumu dikmeyi duyarlı sayan garip hallerimiz var.

Yaşamı bir kanama olarak görmeye devam ediyorum tabi. Bunu benim yaşamımı pıhtılaştıracak trombositlerin oluşumuna kadar da destekleyeceğim. Son zamanlarda özellikle Musti’nin maviyi laciverttin kanaması olarak deklare etmesi boşlukta kaldı benim için! Bütün renk oluşumu göğün avuçlarından taşan kristal taneleridir; gök mavidir.

Ve nihayet; 15 Nisan’dan beri hastalığımın yurt kıldığı yatakta debeleniyorum. Dost arzusunu hissederim böylesi zamanlarda hep. Bir de çok sevdiğim nekahet hallerini doyasıya yaşamak isterim. Alnımda sıcak bir el hissetmek, önümde gül bırakılmış bir sehpa görmek; oysa hiçbirinin mevcudiyeti içerisinde değilim. Yağmurun çokça yağdığı güzel hatıralarımız vardı bizim. Sıcak taşlara düşen yağmur tanelerindeki iç geçirişi duyardık yaz ikindilerinde, o hatıralarda. Yok işte şimdi! Hızla giden bir trenin arkasından tutunmuşum. Kimsenin haberi yok benden. Bazen yol kenarlarında toprağa hizmet eden ihtiyarlar görüyorlar beni, onlar ayırt edinceye kadar karanlık bir tünele giriyoruz zaten. Bu nedenle beni kimse ayırt edemiyor ve trendekilerin haberi yok benden. Onlarla olmayı bazen delice istiyorum. Bazense olmadığına seviniyorum. Mutlu ediyor beni bu yalnızlık. Bir düş yolculuğunu alıyor yalnızlığımı hissedişim. Hiç kimseyle yarenliği denemenin hürriyeti sızıyor ciğerlerime. Yahya Kemal Enstitüsü’nün hazzı bütün mesutluluğuyla beynime sığınıyor.

Bazense büyüyor uçurum. Çok büyüyor. Bir çiğdemin terli avuçlarının bu ateşe düşmesini hayallerime sığdırabiliyorum. Neden halen parmakları dudaklarımda değil mavi-ak kanatlı güvercinlerin diye hayıflanıyorum. Ama hasreti bu kadar çetin yaşamanın sonucunda acı hiçbir zaman göz yaşları içerisinde sönüp gitmiyor; yıldız değil bu(Ruhun şad olsun Balzac!). Acı gitgide bedenimizde alevin kavurduğu odacıklar şeklini alıyor. Yüreğimizde su yürümez havzalar eşiyor ve bu bulanıklığa gömülüp gidiyoruz.

Kesici sözcükler kullanmaya başlayalı bir yıl oldu ama çözüm olmadı. Bu da acıları harmanlayıp saklamaktan başka bir işe yaramadı. En küçük hatırayla karşılaşmak bile alev koyları açıyor yüreğimde.

İyisi her şeyi görerek ama yüreğe göstermeyerek yaşamak ve sözcüklerde besleyici olanına dikkat etmekten geçiyor yol. Benim acım, tutkularımın götürdüğü boşluk ve anlamsız durumdur. Benim umudum, vadilerin diplerinde de olsa … (yazamadım; idealist bilir yeryüzü beni!). Benim gerçeğim, bu anlamsızlığı dağıtmam ve kremalı kahve içebilmemdir denize karşı. “Her gün bitişinde ben de koklarım denizi!”