pazar günüyle ilgili yazılardan çok etkilendim ve bu konuda insanlarla engin tecrübelerimi paylaşmaya karar verdim, herneyse efendim, hikaye şöyle gidiyor:
yine pazar günü, aynı geçen pazar gibi. hayır, hayır hiçbiri geçen pazar gibi olamaz…
herkesi uyarmak gerek, pazar günleri dışarı çıkmayın. tesadüf işte…
geçen pazar raslamıştım ona. o şehrin o köşesinde hiç görmemiştim onu. o köşeyi biliyorum ama. orda bana ilk kez görüyormuş gibi bakan insanlar yok. şehrin en sıcak köşesi orası. herneyse…
sonra 1-2 bardak çay üzerine dolaşmaya çıktık, caddenin kenarına çöküp, gelip geçen herkes hakkında atıp tutmaya başladık. pazar günüydü ne de olsa, sadece gelip geçiyor, ama fazla eylenmiyorlardı. biz gerçekten eylenmiştik. daha doğrusu, ayrıtıları geçersek en doğrusu:
ben aşık olduğumu sanıyorum gün. yeni bir ışık görmüştüm sanki 3 yıllık yanlızlığımın sonunda. sonra… sonra…
gitmesi gerektiğini söyledi, ait olduğu yerin burası olmadığını söyledi. aslında benim o ana kadar bilmediğim, çok yakın bir arkadaşımın sevgilisi olduğuydu. aslında benim farketmediğim, bu aşk falan da değildi, 3 yıldır aşksızlığın, sevgilisizliğin getirdiği gördüğüm ve konuşabildiğim ilk güzel kıza karşı duyduğum, ve her güzel kıza karşı da yeniden duyabileceğim birşeydi sanırım. ama yine de güzeldi ve kaybetmek yine de kötüydü. sanki uzun bir kuyunun dibinden tepesine tırmanırken, yolun çoğunu aştıktan sonra düşmek gibi…
ve o gitti… ben de evime döndüm, yatağımın kenarına oturdum ve gitarımı alıp bildiğim bütün aşk ve nefret dolu şarkıları çaldım.
o hafta bu buruklukla geçti. ama oyalanacak birşeyler vardı her zaman. sonunda, kafayı kırmak amacıyla çıkılan bir cuma gecesinden, amacıma ulaşmış olarak 2 gün rötarla pazar sabahı evime döndüm. öğlene karşı kendime geldim ve yine yalnız uyandığımı farkettim. 3 yıldır olduğu gibi. yemek yiyesim yada biraz daha uyuyasım yoktu. içki içmek yeterince yapılmıştı önceki günlerde zaten, ama bu pazar dışarıya çıkmak ihtimalden değildi. teybin düğmesine bastım, violent femmes başladı. vakit geçirmek, ne şekilde, nekadar boş, ne kadar verimsiz olursa olsun bu pazarı atlatmaktı amacım.
bu yalnızlığı geçiştirmek zordu. telefonum hiç çalmıyordu. çalmazdı da zaten. kimseye vermemiştim numarayı. ben istediğim zaman arar istediğim zaman aramazdım. insanların hayatlarına şöyle bir girip çıkardım, ama onların benimkine telefon çalması aracılığıyla girmelerini istemezdim. bundan da garip bir güçlülük duygusu alıyordum. fakat bugün bir telefona çok kötü bir biçimde ihtiyacım vardı. ama bu ihtimali kesinlikle öldürmüştüm.
herneyse, vakit bir şekilde geçecekti, bu pazar günü içinde sıkışıp kalacak değildim herhalde.
ama hissettiğim kesinlikle buydu. hiç bitmeyecek sanıyordum. saat 12 olmuştu ve ben dönüp dönüp baştan başlayarak 20 tane yalnız pazargünü yaşamış gibiydim.
televizyon işe yaramadı. hiç yaramazdı zaten. ama pazar günü yarışmaları, hafta içi prime-time’ı gibi hipnotize bile edemiyordu beni. belki de kafam çok karışık olduğundan. önceki günkü içkinin etkisinden eser kalmamıştı ve beynimden saniyede milyonlarca cümle geçiyordu sanki.
bir dergi aldım elime, kim getirmiş bu dergiyi buraya? “aktüel” gibi bişeydi. açtım ilk sayfayı, iç-kapak sayfasındaki reklamda birtakım kadınlar dansediyorlardı. gerçekten güzel bir görüntüydü. içim şöyle bir burkuldu tekrardan. teypte yeni şarkı başlamıştı:
“life was fun life was great
so I made my big mistake…”
bir önceki pazar aklımdan çıkmıyordu. violent femmes devam etti:
“NO, no I swear it never happened to me..”.
reklama baktım… televizyondan daha hipnotize ediciydi. ve sonunda yazıyı okudum,
“belki hiç dinlemediğin bir müziği duyarsın… Dışarı Çık!”
ve femmes son noktayı koydu:
“go out the window…”
yapacak başka birşey yoktu, dışarı çıktım. kesinlikle kapıdan değil…
yorumlar
yalnızlık ömüürboyuu
..”yalnızlığa çekilmek mi istersin kardeşim?kendine varan yolu aramak mı istersin..biraz oyalan da dinle beni…
arayan kendisi kolayca kaybolabilir.Her türlü yalnızlık suçtur. böyle der sürü ve uzun zamandır sen sürüdendin..
ben de hikaye yazdım zannettiydim. güzel oldu mu bu yazı şimdi? ms word’de “word count” yaptım, 500 kelime mi ne çıktı. sonra aklıma jack london’un ne olursa olsun, her gün oturup 1000 kelime yazdığı geldi aklıma. ama konu o kadar basit değil tabi ki.
aslen duygu yoğunluğu çok daha farklıydı, ve bu şaçma hikayeyi güzel bişeye çevirmek için insanları o yoğunluğa çekmem gerekti. ama yapabildiğimi zannetmiyorum.
bu hikaye, özünü 5-6 ay önceki bir olaydan alıyor, ama o zamanlar tamamlayamamıştım, çünkü yaşadığım şeyi tam olarak anlatamadığımı düşünüyordum. yani kelimelerim, duygularıma yetişemiyordu. bir de tansiyonum vardı tabi ki. düşündükçe adrenalin ve kalp atışlarımın yükselmesi kalemi tutamamama yol açıyordu.
ve şimdi, şimdi de iyi anlatamadım, yaşadıklarıma, hissettiklerime ihanet ettim sanki, ama şimdi o kadar umrumda değil, çünkü unuttum gitti, duygular gitti olaylar kaldı aklımda, ama başım daha bir ateşliyken yazmak isterdim gerçekten. plastik oluyor sanki…
bu arada şehrin o köşesi de artık yok benim için, rahatça nefes alabildiğim hiçbir köşesi yok bu şehrin artık. tuvalete girip küvete saklanırdım eskiden ama şimdiki evimde ne küvet ne de duş var. işte budur beni üzen…