Koç yumurtası, takı?
1981 Ankara doğumlu Pınar Yolaçan’ın 2005 yılında New York Rivington Arms Galeri’de açtığı “Faniler” sergisinin tamamı Türkiye’de ilk kez Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde2 – 28 Mart 2007 tarihlerinde izlenebilir.
Edward Said “Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları” adlı büyük yapıtında bir kültürün kimliğinin nasıl bütünüyle, “Ötekiler” ile yan-yanalıklar yaratarak geliştirildiğine özellikle dikkat çekmişti: “Her bir kültürün gelişmesi ve devamlılığı, farklı ve yarışan bir diğer alter ego’nun varlığını gerektirir”.
Koç yumurtası, takı?
New York’ta yaşayan Türk sanatçı Pınar Yolaçan da “Faniler” (“Perishables”, 2001-2004) adlı çalışmasında eleştirel biçimde Said’in tezleriyle ilişki kuruyor. Sanatçının bu projesi “Ötekiler” olarak Batılı dişil arketiplerine bakmasına olanak tanıyan bir kavramsal fotoğraf serisi. “Faniler” Yolaçan’nın hayvan etlerinden yapılmış takılarla ve giysilerle giydirdiği yaşlı kadınların çarpıcı portrelerinden oluşuyor.Yolaçan daha önce Wild Girls (New York), Melek Yüzlü Yabancı/Strangers with Angelic Faces (İstanbul, Londra), Goodbye to All That (New York), Xhibit (Londra), The Cloth Show (Londra) gibi grup sergilerinde yer aldı. 2004’te New York Times dergisinin açtığı “Capture the Times” fotoğraf yarışmasında ikinci oldu. 2006’da National Portrait Gallery’nın (Londra) The Portrait Now kitabında sanatçıya yer verildi. 1997’den bu yana Art in America, ArtReview, i-D, Tank, Jeunes Createurs, Sanat Dünyamız gibi dergilerde ve birçok gazetede hakkında yazılar çıktı.
yorumlar
Konu sanat olunca sanat okulu meeeeeezunu biri olarak yorum yapmadan duramayacağım. Kavramsal sanatın beslendiği temel alan çelişkilerdir. Günümüz sanatçıları ya klasik döneme, ya modernizme veyahut geleneklere bilumum aklınıza gelebilecek her şeye göndermede bulunur. Bunu Türkiye’de en iyi başaranlardan biri bence Nazif Topçuoğlu’dur. Sergi henüz açılmadığından, ötekiler kavramını koç yumurtası üzerinden nasıl eleştirmiş, ben anlayamadım. Belki sergiyi görüp, metni okuduktan sonra daha anlaşılır olacak. Çünkü koç yumurtası, koç gelenekle bağlantılıdır. İlk çağrışımı odur. Fakat öteki kavramı geleneğin zıddıdır. Gelenek de merkezcilik vardır, oysa öteki merkez dışına zorla itilendir. E. Said’de, öteki kavramının beraber gelişen bir şey olmasına rağmen, sınırlarının da çok keskin olduğunu söyler.Yanlışım var ise, affola!
İlk resimde görülen sıradan bir işkembenin görselleştirilmesi (aynı resim altlığı benim tembelliğimden), seçilen yaşlı kadınların yüz ifadesi ise konuyla ilintili duygusal ilişki. Kasaptan et almak ölümünü-gerçekleştirmek dolaylı olarak yabancılaşma ürünleştirme (benzerlik-hammadde ortaklığı) ve bunun bizim kültürümüzü oluşturan ana etmen duygularımız ile ilintili ilişki türevlerini yansıtabilmiş olması benim izlenimlerim. Nazif Topçuoğlunu sayende tanıdım “nevdalist” ve gerçekten hoş çalışmalarla karşılaştım, paylaşım için öptürdüğün kadar öpüyorum.
oha!!!
Bende şunu ekliyim, anlam olarak kavramsallığın babası olan “Dadaizm”i hakkı ile ve hatta patlatarak yapan nev-i şahsına münhasır kişilik Marcel Duchamp’ın “Nu descendant un Escalier” tablosu, bu resmen “Voltran”(kavramsal açıdan), tablonun 1912 tarihinde fırçalandığı göz önünde bulundurulursa kehanet mi dersiniz, ileri görüşlülük mü yoksa etkileyicilik bir asır sonrası kuşakları mı? Onu bunu bilmem de bildiğim bişey var ki yaratıcılığın sınır tanımaz özgürlüğünün bilgiyi var etme nedeni ancak o çocukca cehaletin ve keşfetme arzusunun içinde gizli olduğu. Kısaca bilgisizliğinin farkında olmak, tıpkı 0-4… yaş aralığı insan gibi (aksi takdirde nedir soru sormamızı durduran bildiğimizi bize sandıran, sanrı sattıran?).
Nazif Topçuoğlu kesmediyse Cindy Sherman verelim. Kendisiyle tanışmamız Defter Dergisi sayesinde olmuştur. Defter Dergisi’nin herkesin hayatında özel bir yeri olduğuna inananlardanım. Dergi değil, ansiklopediydi sanki. Hayır! Sayfa olarak o kadar kalın değildi, içerik ve yazım dili olarak ağırdı.Mesela, Nurdan Gürbilek ile de bu dergi sayesinde tanıştım. Ev Ödevi kitabı benim başucu kitaplarımdandır. Kitaptan: “Her çocuk er geç aynı şeyi yaşar: Bir zaman gelir, onun için ev olmaktan çıkar ev. Ne erken çocuklukta olduğu gibi keşfedilecek bir dıştır artık, ne de dış dünyaya karşı sığınılacak bir iç. Tam olarak ne zaman yaşarız bunu: Evin dışarıya karşı bir sığınak olduğu kadar bir engel de olduğunu fark ettiğimiz an mı? Evin geçici, ana babamızın güçsüz, ölümlü olduğunu sezdiğimiz an mı? Yoksa evin bize bir iç dünya bağışlarken aynı zamanda büyük bir iç sıkıntısı da verdiğini, bir iç dünyası olmanın bedelinin bu iç sıkıntısı olduğunu fark ettiğimiz an mı?Zaman ne çabuk geçmiş. Şimdi bu sanalda birilerinin maskarası olduk. Yok lise terk, yok bilmem ne diye…
seni anlıyorum nevdalist.defter’in benim hayatımda da özel bir yeri vardır.bülent somay, saffet murat tura, ömer naci…”hacimli okumalar” sunardı.psikanaliz yazıları, kültürel hayatı deşifre edenyarı-akademik çalışmalar…kültür fragmanları’nı öneririm aklıma gelmişken…doğru, bu sanal alemde “birilerinin”, hele hele “gerçek” hayatta belki de yan yana bile gelmeyeceğin ya da yüzeysel arkadaş grubuna bile dahil etmeyeceğin birilerinin “maskarası” olmak ne şaşırtıcı ve ne sinir bozucu değil mi?alışmak lazım ama… madem ki böylesine “hard” bir yazma ve küfretme serbestisinin olduğu yere düşüncelerimiziaçıyoruz; burasının “pornolaşmış” hayatımızın uzantısısertliğine de göğüs germek gerekiyor.