Kuşak kuşak boğazımıza sarılan halkaların boyunduruğunda yaşamaya çalışıyoruz günleri. Ölmek bile daha sahici sanki sevmekten. Sahip oldupumuz ve sırtımızı yasladığımız gerçek duvarların yıkılmasına rağmen bizden beklenen ayakta kalma zorunluluğu ayıp değil de ne? Yoksa hiç sahip olmadık da hepsi kocaman iri bir şaka mıydı? Her durakta biraz daha aşağı inen bir vasıta mıydı içinde oturduğumuz vagon? Bizse bir yere gidiyor sanmıştık kendimizi. Gerçeğe de kimse alıştırmadı bizi. Aniden ev kıyafetlerimizle, pijamalarımızla, dağınık saç, bozulmuş makyajla kalakaldık sokağın ortasında. Karşı pencerede görüp de el salladığımız, O da bize el sallayınca sevindiğimiz insanın kendi aksimizden başka bir şey olmaması yüz kızartıcı bir suç sanki. İşin kötüsü herkes farkındaymış da bıyık altından gülmelerle seyretmişler seni kıs kıs… hep günün gelmesi ve devranın dönmesi umudu ile göğüs gerdik günlere. peki umut kalmayınca nereye varacak bu işin sonu? Sığındığımız metaforlar ve kurduğumuz şifreler çözülünce ne olacak peki? Bunca cevapsız soruyla nasıl başa çıkacağız, derken yeni bir soru cümlesi kurmak da hazin tabii. Kurduğun ve gizli anlamlarla bezediğin cümlelerin öğelerine ayrılması, ayrılabilmesi gibi biraz da. Hep senin kurdukların ve dönmedolap. Çok uzun bir yol katedersin, gidilmemiş değildir o yollar, görmüşsündür; alçaktan, yakından, uzaktan, yüksekten, altmış derece, onbeş derece, görmek istediğin ve görebileceğin her şeyi. Oysa bir anda duracaktır herşey ve biletini kestirdiğin ilk nokta, başlangıç noktan, bitiş noktandır aynı zamanda.