en son hava alanına giderken beni de yol üzerinde diye Karşıyaka iskelesinde bıraktıklarında görmüştüm O’nu. sanki yarın görcekmişim gibi vedalaşıp gönderdim. halbuki İstanbul’a dönüyordu. yılda 1 veya 2 kez görebiliyor ve o zamanlarda özlem giderebiliyordum. nasıl olsa bir sonraki bayram görürüm diye, birde sanki hiç kaybetmeyecekmişim gibi düşündüğüm için olsa gerek o kadar hüzünlü ayrılmadım ondan.ama sanırım ablamın hisleri daha kuvvetliydi. annemin anlattığına göre yolcu ederken sımsıkı sarılmış ve hüngür hüngür ağlamıştı.İstanbul’a döndüklerinden 1 hafta sonrasıydı. iş yerindeyken dayım, babamı aradı. birlikte iş yaptığımız için gayet normaldi. ama konuştukça babamın yüzü asılmaya başladı. hemen kalktı. “DEDEN ağırlaşmış, anneni de alıp yola çıkacağım” dedi. “Ablamla ben de geliriz, Allah korusun birşey olursa orda olmak istiyorum” dedim.otoparka doğru hızlı hızlı yürüyorduk. derken bir telefon daha geldi. Annemin kuzeninden. babam konuştukça sesi titremeye, gözleri dolmaya başladı. arabaya bindikten sonra telefonu kapattı. istemeye istemeye de olsa sordum; “ne oldu?”…”kaybettik, annene belli etme şimdilik” dedi.peki kendime nasıl engel olacaktım ki? gözyaşı kanallarımda bir vana olsa o bile dayanamaz patlardı. eve yaklaştıkça daha çok kasıyordum kendimi ama bu daha çok ağlamama sebep oluyordu. sokağa girdiğimizde bir kuvvet geldi bana ve toparlandım. annemin ne kadar üzüleceğini tahmin edebiliyordum.zaten annem de şüphelenmiş ve kapıdan girer girmez babamı tutup doğruyu söylemesini istedi. babam üzüntüden boğazı düğümlendiği için sadece bir kafa hareketiyle onayladı.annemin o anki haykırışlarını unutamıyorum. sesine komşular gelmişti ne oluyor diye. onu duyan ablam da durumu anlamış ve o da yıkılmıştı. hemen toparlanmaya başladık. yola çıktık.yol bitmek bilmedi. ama yol boyu hep O’nu düşündüm. hep O’nu konuştuk. İstanbul’da yaşarken ben kendimi bildim bileli hep onlarla birlikte olmuştuk. önce Çamlıca’da altlı üstlü, daha sonra Göztepe’de karşılıklı oturmuştuk.Çamlıca’da yaşarken hep onlarda olurdum. Sabah ya da akşam fark etmezdi. O eve asla eli boş gelmezdi. ne zaman beni görse cebinden çıkardığı “Dido” yu bana verirdi. orada alıştırmıştı beni didolara. eski kırmızı kabını, alüminyum kağıdını hatırlarsınız. hep sevdim ben o dido’yu. çünkü O verirdi bana. öyle tatlı, öyle lezzetli gelirdi ki bana. başka hiçbir çikolatayı yerine koymazdım. hala o tadı arıyorum piyasadaki çikolatalarda. ama bulamıyorum.İstanbul’a vardığımızda eve yaklaştıkça yüreğim kabarıp beni boğmaya başlamıştı. önce asansörle annem ve babam, sonra ablamla ben çıktık. biz daha çıkmadan annemin sesi gelmeye başlamıştı. O’nun sesi içimdeki “belki yanlış haber gelmiştir” umudunu öldürüyordu. en sonunda biz de eve gelmiştik. kapıdaki kalabalık bize bakıp ağlıyordu ve dayım o hiç duymak istemediğim cümleyi söyledi; “Deden artık yok!”balyoz çarpmış gibiydi acısı. bu acıyı atlatmam çok uzun sürdü. hatta hala tam olarak atlatabilmiş değilim. Onunla özdeşleştirdiğim şeyleri görünce, duyunca hala o güne geri dönüyorum. karnıma kocaman bir taş oturuyor. hele dido reklamları yok mu?didonun şu anki hali eskisi gibi değil. ambalajı, şekli, tadı. onu yenilediler. ama ben ne zaman dido reklamı görsem hep eski haliyle hatırlarım onu. çünkü içimde Dedeme olan sevgim, özlemim hiç değişmedi. ara sıra rüyalarımda görüyorum. odasında oturuyor ve beni bekliyor. “ölmediğini biliyordum” diyorum ve odasına koşuyorum. O’nu rüyada bile olsa görebilme şansım oluyor. yine cebinden bir dido çıkarıp vercek diye beklerken uyanıyorum. didosuz ve gözyaşlarıyla…